Arabesk müzik nasıl doğdu: Yasaklar, göçler ve bastırılan sesler

Arabeski seven vardır, sevmeyen vardır. Ama asıl mesele arabeski kınamak veya aşağılamak değil, onu anlamaktır. Sonuçta arabesk eksiğiyle ve fazlasıyla bu toplumun bir olgusudur. Son asırdır yaşanan siyasi, sosyal ve kültürel çalkantıların ve toplumsal yarılmaların yansıdığı bir vitrindir.
Geçenlerde meşhur arabeskçi Ferdi Tayfur vefat etti. Onun ardından bir patırtı-gürültü koptu. Arabesk müziği sevenler ile sevmeyenler birbirine girdi. Başka konularda olduğu gibi bu konuda da kamplaşan taraflar aynıydı. Bir yanda arabesk de olsa bize ait olan şeyleri savunanlar, öte yanda bize ait olan değerlere her fırsatta saldıranlar... Bu açıdan bakarsak arabeskin başka birçok şey gibi aslında kendimize, geleneğimize ve dünyaya bakışımızın bir vitrini olduğunu anlarız.
Her işte ve alanda kendini aşağı, Batı’yı üstün gören kompleks Tanzimat ile başlar, Cumhuriyet’in ilk yıllarında zirveye ulaşır ve kendini en çarpıcı şekilde mimari ve müzik alanında gösterir. Tanzimat’tan sonra Batılı kavramlar ve kurumlar çoğalmaya başladı. Cumhuriyet’e kadar bu “asrî” alıntılar geleneksel yapılar ile yan yana yaşıyordu. Medrese mektep ile, tekke cemiyet ile, mahalle yapısı belediye teşkilâtı ile beraberdi. Geleneksel kurumların kabuğu kalmış, içi boşalmıştı. Bu dönemde mehter yok edilmiş, yerine Batılı askeri bando kurulmuştu. Padişahlar, Batılı fikirler ve kurumlar kadar Batılı müziğe de meftundu. Şarkılar giderek kısalmış, şarkı sözlerinde dünyevî temalar öne çıkmaya başlamıştı. Şarkılarda ucu tevekküle varmayan efkâr, niyaza bağlanmayan gam ifade eden sözlere sıklıkla rastlanmaya başlanmıştı. Bunun bir örneği olarak, daha önce edep dışı sayılan “of” nidalarının şarkılarda çoğalması dikkat çekicidir. Seçilen sözlerin ve melodilerin aynı dönemde toplumda oldukça yaygın olan alkol salgınına uygun düştüğü bellidir.
Tek Parti rejimi eğitimden hukuka, sanattan mimariye kadar devam eden bu ikiliğe Batı lehine son vermek istedi. Geleneksel her kurum ve kavramı yasakladı, tasfiye etti, yıktı. Geriye bir tek Batılı olanları bıraktı. Her alanda Batılı olanın mutlak örnekliğini ve üstünlüğünü ilan etti. Batı müziği yüceltilmeye başlandı. Aynı zamanda öz müziğimize karşı bir karalama kampanyası başlatıldı. Gazetelerde, dergilerde ve konferanslarda yapılan hakaretlerin bini bir paraydı. Batıcılar, Osmanlı müziğinin yeterince Türk olmadığını söylüyorlardı. Çünkü müziğimiz “Acem ve Bizans artığı” idi. Güneş Ayas, “Musiki İnkılabının Sosyolojisi” başlıklı eserinde o dönemin tartışmalarını ve yaklaşımlarını çok güzel izah eder. Önce “alaturkacı” daha sonra Batıcı olan Mildan Niyazi Ayomak şöyle diyordu: “Bu eski musikinin, eserleri itibariyle Arap harfleri kadar bile Türklük ile alakası yoktur. Çünkü Türkler bunu hiçbir zaman kendilerine mâl etmemişlerdir… Bu musiki tekkelerin, kiliselerin, havraların müştereken kullandıkları dini musikidir. Türk musikisi değildir.” Cumhuriyet gazetesini kuran Yunus Nadi’nin oğlu Nadir Nadi ise “tamamıyla ölü” ve “manasız” bulduğu bu musikiden nefret ettiğini ve işittiği zaman adeta hastalandığını belirtiyordu. 1930’lu yıllarda alaturka müzik ve meyhane özdeşliği, hâkim söylem tarafından o kadar yerleşik hale getirilmişti ki, Yeşilay Cemiyeti insanları içkiye özendirdiği gerekçesiyle alaturka müziğin yasaklanmasını isteyebilmişti.
Kendi sanatına, geleneğine, müziğine bu kadar düşman başka bir yer var mı, bilmiyorum. Osmanlı’nın yıkılması yetmemişti, onun zirveye ulaştırdığı mimarinin de, müziğin de yerin dibine batırılması gerekiyordu. O yüzden Osmanlı şehirlerinin, kasabalarının, köylerinin, mimari eserlerinin bugüne dek devam eden tahribi süreci ile öz müziğimizin ve dilimizin tahribi süreçleri paralel ilerlemiştir. Bu kampanyanın fikir babası Ziya Gökalp’ti. Ona göre Türklerin gerçek müziği halk müziğiydi. O da Batılı müziğe uydurulursa para ederdi. Kendi müziğimizi aşağılamak için kullanılan bütün argümanlar Batı’nın mutlak üstünlüğünü meşrulaştırmak içindi. “Medeni” müzik sadece Batı müziğiydi ve o referans alınmalıydı.
O dönemde öz müziğimizi seven, bilen ama onu artık bir hatıra olarak yâd etmek gerektiğine inanan iki Batıcı isim vardı: Hüseyin Saadeddin Arel ve Mesut Cemil. Büyük bestekâr Tanburi Cemil Bey’in oğlu olan ve radyoda “Klasik Türk Müziği” yayınlarını başlatan mason Mesut Cemil şöyle diyordu: “Itriler, Hafız Postlar, Seyyid Nuhlar, Bekir Ağalar, Zaharyalar, Dedeler, İsaklar, Nikoğoslar, Hacı Arifler ve onların nakışlarını terennüm eden bütün hanende ve sazendeler ve bütün Osmanlılar ölmüştür. Yerlerine kimse yetişemez, yetişmeyecektir. Onları ancak ölümde taklit edebiliriz… Ne yapayım ki, bu musiki eskidir. Her eski kadar değerli, her eski kadar değersizdir.” Bugünkü “Türk müziği” teorisini Batı müziğine göre tasarlayan, uymayan yerleri kesip atan Hüseyin Saadeddin Arel de öz müziğimizin temelini ırkçı Güneş Dil Teorisi’ne yaslamaya çalışıyordu. Önce Sümerleri Türk yapıyor, ardından medeniyetin kaynağına Sümerleri yerleştirerek, “Sümer Türkleri”nin müziğini dünyadaki bütün müzik geleneklerinin temeli olarak gösteriyordu.
Rejim bir yandan “Türk’ün müziği” olarak lanse ettiği Türk halk müziği türünü icat etti. Bu sahada, radyoda Mesut Cemil’in yardımcısı olan Muzaffer Sarısözen önemli bir rol üstlendi. Sarısözen 1940'tan sonra radyoda “Yurttan Sesler” programını başlattı. Müziğimizde hiçbir yeri olmayan korodaki kadın ve erkek sesleri tekdüze ve donuk bir ahenkle türküleri icra ediyordu. Bu müzik türündeki esas saz, “Türk’ün sazı” denilen bağlama idi. Anadolu’nun her şehir müziğinde rastlanan ud, tanbur, kanun gibi sazlara yer verilmiyordu. Sarısözen ve ekibi türkü sözlerinde dini kavramları değiştiriyor, Kürtçe türkülere Türkçe sözler uyduruyorlardı. Buna benzer tahrifat klasik müzik alanında da yapıldı. Mesela “Sultânî-yegâh” adlı bir makamımız vardır. Bu makama “sultanları kovduk” hikâyesine uyularak o dönemde “Millî-yegâh” adı verilmişti.
1926’dan 1951’e kadar okullarda geleneksel müzik eğitimi, 1934’ten 1950’ye kadar ise geleneksel müziğin radyoda yayınlanması yasaktı. Onun yerine “Halk Müziği”, “Klasik Batı Müziği” Ve “Caz Yayınları” vardı. Halk; geleneksel müzik özlemini Kahire, Bağdat ve Beyrut radyolarındaki Arapça müzik yayınlarını dinleyerek gidermeye çalışıyordu. Bunu fark eden sinema şirketleri Arapça müzikal filmleri ülkemize getirdiler. Halkın bu filmlere rağbeti büyük oldu. 1938’de bu rağbeti fark eden rejim, Arapça sözlü filmleri yasakladı. Film şirketleri bunun üzerine şarkılara Türkçe sözler uydurmak istediler. Sadettin Kaynak burada öne çıktı. İşte arabeskin doğum hikâyesi buradan başlar. Kaynak, kendisi hafız olmasına ve geleneksel meşk usulü ile yetişmesine rağmen rejimin müzik alanındaki operasyonlarında gönüllü olarak önemli bir rol almıştır. Ezanı Türkçeleştiren, onu ilk defa plağa okuyan odur. Kaynak, filmlerdeki orijinal Arapça şarkıların süreleriyle aynı süreye sahip, hatta şarkı okuyan aktörlerin dudak hareketlerine uyacak şekilde Türkçe sözlü orijinal şarkılar besteledi. 1938-1948 arasında 85 Arap filmi için yaklaşık 200 şarkı üretti. Bunlardan birçoğu meşhur eserlerdir. “Bir rüzgârdır gelir geçer sanmıştım”, “Nideyim bilmem elinden senin”, “Kara bulutları kaldır aradan”, “Enginde yavaş yavaş” gibi... Bu dönemde Kaynak'ın yanı sıra Artaki Candan, Haydar Tatlıyay, Şükrü Tunar, Kadri Şençalar, Sadi Işılay, Şerif İçli ve Selahattin Pınar gibi besteciler de birçok Mısır ve Hint filmlerine şarkılar bestelediler. Bu şarkılar “fantezi şarkı” ve arabesk müziğin başlangıcını oluşturdu.
Yani arabesk kendi müziğini yasaklayan bir düzene karşı halkın arayışına cevap veren bir akım olarak doğdu. İlk başlarda arabesk besteciler Arap şarkıcıların plaklarını ve Arap radyolarını dinliyor, bu şarkıların melodilerini çalıp onlara Türkçe sözler uyduruyorlardı. Bu süreç 1960’ların sonuna kadar devam etti. Daha sonra özgün besteler yapılmaya başlandı. Fakat çalıntı kültürü günümüze kadar devam etti. Bu konuda Youtube’daki Tarabesque kanalında bulunan birçok örneği dinleyebilirsiniz. Arabesk müziğin ilk örneklerini İsmet Nedim Saatçi ve Suat Sayın verdi. Daha sonra Orhan Gencebay, Ferdi Tayfur, Müslüm Gürses ve İbrahim Tatlıses gibi isimler bu müziği ayrı bir tür hâline getirdi.
Arabesk müziğin bir ayağı kendi müziğimizin yasaklanması ise, öteki ayağı 1950’lerden sonra hızlanarak artan büyük şehirlere göç ve gecekondulaşma olgularıdır. Arabesk müzik; fakir, mahrum, göz ardı edilen bu kitlelerin tercih ettiği müzik türü hâline geldi. Çünkü onların duyulmayan sesiydi. Arabesk şarkılarının sözlerindeki yoksulluk, aşk, kader, ıstırap, ayrılık, gurbet gibi hüzünlü temalar bu yüzden çoğunluktadır. Elbette yer yer derin ve anlamlı sözlere de rastlanır. Sözler ve müzik zamana uygun olarak sürekli değişti. Eserlerin icralarında Arap müziğinden alınan yaylılar ve büyük orkestra kullanıldı. Elektro-gitara benzer şekilde geliştirilen elektro-bağlama arabeskin baş sazı oldu. Arabesk sadece Arap müziğinden değil, kendi klasik ve halk müziğimizden; Batı ve Hint müziğinden de etkilendi. Arabeskin en önemli yanlarından birisi esasında psikodelik, yani alkol ve uyuşturucu eşliğinde tüketilecek bir müzik türü olmasıdır.
Uzun lafın kısası arabeski seven vardır, sevmeyen vardır. Ama asıl mesele arabeski kınamak veya aşağılamak değil, onu anlamaktır. Sonuçta arabesk eksiğiyle ve fazlasıyla bu toplumun bir olgusudur. Son asırdır yaşanan siyasi, sosyal ve kültürel çalkantıların ve toplumsal yarılmaların yansıdığı bir vitrindir.
Bu yazının başlığı yazardan bağımsız editoryal olarak hazırlanmıştır.