Auschwitz’den sonra şiir yazmak barbarlık mıdır?

Auschwitz’den sonra şiir yazmak barbarlık mıdır?
Auschwitz’den sonra şiir yazmak barbarlık mıdır?

İnsanoğlunun yaşadığı trajediler devam ettikçe ve özellikle de insanoğlu mâdunlaştıkça yani dilsiz kaldıkça, şiir de var olmaya devam edecektir. Şiirin ufku asla kapanmamalı.

Theodor Adorno, meşhur “Nach Auschwitz ein Gedicht zu schreiben, ist barbarisch” sözünü söylediğinde II. Dünya Savaşı biteli dört sene olmuştu. Frankfurt Okulu’nun temsilcileri, Amerika’dan Almanya’ya dönmüşler, Max Horkheimer, Temmuz 1949'da profesörlük almış, kısa süre sonra Felsefe Fakültesi dekanı ve ardından üniversitenin rektörü seçilmişti. Friedrich Pollock, Frankfurt Üniversitesi'nde ekonomi ve sosyoloji profesörlüğü görevine başlamış, Adorno ise 1950'de ders dışı uygulamalı profesör, 1953'te müfredat uygulamalı profesörü olmuş ve nihayet 1957'de kürsü sahibi olmuştu.

Amerika’da daha fazla kalmak istememelerinin iki önemli sebebi vardı. İlki, çalışmalarına ekonomik destek sağlayan Amerikan Yahudi Komitesi ile işbirliğini sürdürmek zorlaşmıştı. İkincisi ise, McCarthy dönemiyle birlikte, sol görüşlü düşünürler için Amerika’da çalışmanın iyice yorucu hale gelmeye başlamasıydı. Adorno’nun, Almanya’ya döndükten sonra kaleme aldığı bu söz, Frankfurt Okulu’ndan çıkan en tartışmalı ifadelerden birisiydi. Ve kışkırtıcı bir şekilde abarttığı şüphe götürmez bir gerçekti.

Theodor Adorno.
Theodor Adorno.

***

Ortaokuldan itibaren Almanca eğitim gördüm. Türkçe ve Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi dışında bütün derslerimiz Almancaydı. Öğretmenlerimiz de Almandı. 12-13 yaşındayken, okulda Adorno’dan bahsetmiyorduk elbette. Ama bir çok öğretmenimizle, mezun olduktan sonra da uzun seneler devam etti ilişkimiz. Johannes Wassmer isminde, felsefeye ve edebiyata çok meraklı, deliler gibi kitap okuyan bir Fizik öğretmenimiz vardı. Seneler sonra ona bu sözü sorduğumda, aynı şeyi söylemişti. Provokativ yani kışkırtıcı.

Can alıcı olan, Auschwitz ve şiir terimlerinin aynı cümlede kullanılmasıydı. Auschwitz barbarlık anlamına gelirken, şiir daha radikal biçimde formüle edilerek, ön plana çıkarılıyordu. Auschwitz ile gerçek bir çıkmaza ve sona sürüklenen epistemolojik durum, şiir için de geçerliydi. Burada bence en dikkat çekici olan, Adorno’nun o zamana kadar Alman edebiyat çevrelerinde tanınmıyor oluşuydu. Bu sözün ardından Merkur, Die Neue Rundschau, Akzente, Texten gibi önemli dergilerde yer alarak, edebiyat çevrelerinde tartışılan biri haline gelmişti. O yılların önde gelen Alman yazarlarından biri olan Benno von Wiese, 1958'de Akzente dergisinde, bu sözün altını çiziyordu. Bir diğer isim de, ünlü Alman yazar ve yayıncı Alfred Andersch idi. Frankfurt Okulu’nun Alman edebiyatçılarla olan en büyük temasıydı bu. Günther Bonheim isminde, 1954 doğumlu bir yazar var. Bu görüşü doğrulamış ve Alman edebiyat tarihinde, edebiyat hakkında muhtemelen bu kadar ün kazanmış başka bir ifade olmadığını yazmıştı birkaç sene önce.

Adorno, Leo Löwenthal ve Max Horkheimer, barbarlık ve kültür diyalektiği üzerine düşünmeye ve bunu formüle etmeye, Yahudilerin sistematik olarak katledilmeye başlandığı 1940’ların sonlarından itibaren başlamışlardı aslında. Yani yaklaşık 10 senedir geliştirilen bir tartışmanın ürünü olarak ortaya çıkmıştı bu söz.

Bu kışkırtıcı ifadenin, İsrail’in kuruluşunun hemen ardından yazılması tesadüf müydü peki? Biz olsak, aklımıza ilk bu soru gelirdi kesin. Yani bir Müslüman, ilk olarak bunu düşünürdü.

Siyonist liderlerin ve Rothschild ailesi gibi sponsorlarının, Filistin topraklarındaki işgale meşruiyet kazandırmak için kültürden sanata, edebiyata ve felsefeye, her alanda nasıl uğraştıklarını biliyoruz çünkü. Bu söz, kısa sürede onların sloganlarından birisi haline geldi o nedenle. Ancak kıta Avrupası filozoflarını, bu noktadan yakalamamıştı Adorno’nun ifadesi. Yahudi filozofların, topraksız Yahudiler için ayrı bir devlet fikrinin düşüncel cazibesine karşı koyması neredeyse imkansızdı.

Diğerleri de, savaş sonrası dönemin edebiyata etkisi üzerinde durmuşlardı daha çok. Adorno, bir ağ atmış ve hepsini yakalamıştı adeta. Alman yazar ve şairler, yaşadıkları travma nedeniyle, ilk seneler çekingen bir konumdaydılar esasında. Bir kafese kapatılmış gibiydiler. Ve Alman olmayan yazar ve şairlerle birlikte, Auschwitz'ten sonra ortaya çıkan edebiyatın, özellikle de şiirin, Holokost gibi korkunç bir olayı önemsizleştirme ihtimali üzerine düşünüyorlardı. Auschwitz'den sonra insan nasıl hala konuşabilirdi, artık eski haliyle şiir yazılabilir miydi?

Adorno’ya en erken itiraz eden Alman şair, yazar ve yayıncı Hans Magnus Enzensberger oldu. 1929 doğumlu olan Enzensberger, 30 yaşındayken yani 1959 senesinde yazdığı bir yazıda şunları söylüyor; “Filozof Theodor W. Adorno, zamanımız hakkında yapılabilecek en sert yargılardan biri olan bir cümleyi dile getirdi: Auschwitz'den sonra artık şiir yazmak mümkün değil. Yaşamak istiyorsak bu cümlenin çürütülmesi gerekir.”

Aynı sene Frankfurt’ta verdiği şiir dersinin sonunda bir konuşma yapan Avusturyalı B.Ingeborg Bachmann ise, Adorno'nun ismini hiç zikretmeden, yazmaya devam etmek önemlidir diye bitiriyordu konuşmasını. Yahudi şairler arasında ise, aklıma ilk olarak Paul Celan geliyor. Kendisi de çalışma kampına kapatılan ve sağ kurtulmayı başaran Romanya Yahudisi Paul Celan, Auschwitz'den sonra Auschwitz hakkında şiir yazmaya yönelik en net girişimin sahibi. Hatta "Engführung" isimli şiirini de Adorno'ya bir yanıt olarak yazdığı söyleniyor.

Tüm bu tartışmalar esnasında, Holokost’un mimarlarından olduğuna inanılan Adolf Eichmann’ın, 1 Nisan 1961'de Kudüs’te yargılanmaya başladığını da bir kenara not etmek gerekiyor. Mahkeme, dünya basınının en önemli konularından birisi. Ve Meşhur yargılamanın başlamasından 1 sene sonra Adorno da, bu tartışmalı sözüne güncelleme getiriyor. 1959 senesinde kendisine itiraz eden Hans Magnus Enzensberger’e gecikmeli bir cevap bu aslında.

Auschwitz'ten sonra şiir yazmanın barbarca olduğu cümlesini yumuşatmak istemiyorum. Ancak Enzensberger'in, şiirin bu yargıya dayanması, yani sırf Auschwitz'ten sonra var olduğu için kinizme teslim olmayacak şekilde olması gerektiği şeklindeki yanıtı da geçerliliğini koruyor. Kendi durumunuz paradoksal, sadece onunla nasıl ilişki kurduğunuz değil. Gerçek ıstırabın aşırılığı, unutmaya tahammül etmez. (Adorno’nun, Radio Bremen'deki konuşması, 28 Mart 1962)

4 sene sonra yani 1966 senesinde ise, ifadesini daha da yumuşatarak şunları söylüyor: “Uzun süreli ıstırabın kendini ifade etme hakkı vardır; bu nedenle Auschwitz'ten sonra artık şiir yazılamayacağını söylemek yanlış olabilir.” (Adorno: Olumsuz Diyalektik, Metafizik Üzerine Düşünceler)

Cezayir, Fransız sömürgesinden kurtuluşunun 60 yılını kutluyor.
Cezayir, Fransız sömürgesinden kurtuluşunun 60 yılını kutluyor.

Yani Adorno, 1949 senesinde söylediği bu söze 2 kere güncelleme getiriyor. Ve biraz muğlak da olsa, geri adım atıyor. Ama geri adım atarken bile, özneye sadece Auschwitz’i koyarak, acıyı tekeline alıyor aslında. Filistin’den bahsetmesini bekleyecek ama iyimser olmayacağım. Ama örneğin 1954-1962 seneleri arası süren bir Cezayir Direnişi var. Onbinlerce Cezayirlinin öldürüldüğü. Adorno’nun, bu sözü son kez güncellediği 1962 senesinde biten. Şöyle söyleyemez miydi; “Evet ıstırabın kendini ifade etme hakkı vardır. Bu nedenle Auschwitz'ten ve bugün Cezayir’de olduğu gibi diğer büyük acılardan sonra artık şiir yazılamayacağını söylemek yanlış olabilir.”

Adorno, böyle bir şey söylemiyor ve mağduriyeti sadece Yahudi halkının tekeline alarak, acının üzerinden narsizm yapıyor. Kendinde başlatıyor ve kendinde bitiriyor. Sadece yaşanmış olanların değil yaşanması muhtemel olan trajedilerin de önünü kesiyor. Auschwitz gibi bir insanlık dramına, mitolojik bir anlam yükleyerek, zirveye koyuyor onu. Hiçbir acıya benzetmiyor ve hiç bir acıyla karşılaştırmıyor. Oysa Auschwitz’den önce de, Auschwitz’den sonra da insanoğlunun trajedisi son bulmadı. Ama o, kendisinden başka kimsenin acı çekmesine izin vermeyen, acıyı sadece kendi tekeline alan bencil bir karaktere dönüşüyor. Nevrotik bir hale giriyor.

Bu nevrotik hal nedeniyle, bu sözü ortaya attıktan ve son kez güncellemesine kadar geçen 13 sene boyunca, diğer yazarların ufkunu kapatmaya çalışmış Adorno. Bir kafa karışıklığı yaratmış. Bence bilerek yapmış bunu. Ve biz aslında bu konunun muhatabı olmamamıza rağmen - sonuçta Alman değiliz, Avrupalı değiliz, Frankfurt Okulu mensubu değiliz, masum Yahudileri öldüren biz değiliz, aksine bize sığınanlar olmuş- burada bile sanki anlamsızca sahiplenenler olmuş konuyu. Bizi zerre kadar ilgilendiren bir şey değil aslında. Bizim üzerine durup düşüneceğimiz, kafamızın karışacağı bir konu yok yani ortada.

İnsanoğlunun yaşadığı trajediler devam ettikçe ve özellikle de insanoğlu mâdunlaştıkça yani dilsiz kaldıkça, şiir de var olmaya devam edecektir. Şiirin ufku asla kapanmamalı. “Yazılmalı mı, yazılmamalı mı?” diye tartışılmamalı. Yazılmalı. Şiirin ufku, dünyanın hiç bir yerinde, acı çeken tek bir insan kalmadığı zaman kapanabilir belki biraz sadece. Bu mümkün mü? Şiirin sustuğunu kabul edersek, dünya üzerinde kötülüğün sona erdiğini ve hiçbir kurban kalmadığını da kabul etmemiz gerekir. Bir keresinde Suriyeli bir şairle bu konuda konuşurken, şöyle söylemişti; “Şiirin susması, dünyanın herhangi bir yerinde yaşanacak suçlara göz yummak anlamına gelir.”

Adorno’nun savaş sonrası kültür hayatına doğrudan bir talimat vermeye çalıştığını söylesek yanılmış olur muyuz? Yoksa söylenildiği gibi çok karamsar bir adam haline mi dönüşmüştü zamanla? Gördükleri karşısında yaşadığı ızdırabın sonucu mu dökülmüştü o söz kaleminden? Sonra neden geri adım atmıştı? Ya da sahiden geri adım atmış mıydı? Bir sürü soru sorulabilir belki. Ama net şekilde görünen, Adorno’nun gerçekte çok stratejik hamleler yapan birisi olduğu ve öyle ya da böyle, onlarca yazarın gözünde ‘Auschwitz’i biricik kılmaya çalıştığı.