Babil otobüsü

tba
tba

tam anlamıyla curcunaydı. bizden öncekiler ve bizden sonrakiler, bizim de dahil olduğumuz anın ileri ve geriye uzanan kanatları gibi dalgalanırken yüzlerce insan gövdesinden oluşmuş bir kartalın yaklaşık boyun kısımlarına denk geldiğime emindim neredeyse. bilmediğim ama uzun süredir yaşadığım için sahiplendiğim bir şehirden bilmediğim ama daha kısa bir süre yaşasam diğerinden daha fazla seveceğimi düşündüğüm başka bir şehre geçeli henüz birkaç saat olmuştu. insanlık tarihinin hangi dönemine denk geldiğini kitaplardan öğrenmek yerine tahmin etmeyi sevdiğim dağ yamaçlarına kurulu manastırı fotoğraf makinelerimize hapsedip yola çıkmamız dün gibi aklımdadır, üzerinden geçmiş bunca yıla rağmen…

şairin henüz mısraya dökemediği otobüs camının güvencesine dayadığım alnımı, biraz sonra tırmanacağımız haşmetli dağ rampasının habercisi toprak tümseklerin ritmine terk etmemi engelleyen tek şey otobüste yaşanan coşkunluk haliydi yol arkadaşlarımın. her mağlubiyetten sonra sığınılan önceleri mahzun bir gülümseyişin tetiklediği sarhoşcasına mutluluk gösterilerinin başlaması ben ve şoför hariç herkesin en büyük ihtiyacıymış diye düşünüp ses çıkarmadan sağ yanıma biraz daha dönmüştüm. işte bu babil olmalıydı, herkes buradaydı, bu otobüste. yokuş çıkıyordu insanlık henüz, herkes konuşuyordu, herkes birbirinin anlayacağı dilden ve hiç durmadan konuşuyordu. dışarıda kocaman bir zigana vardı ve bu korkmamız için engel değilmiş gibi gittikçe daha fazla neşelenip kendimizi kaybediyorduk.

ben susuyordum, ben dağa saygı duyuyordum ve bu azgın kalabalığa gücüm yeteceğini bildiğim halde onları durduracak bir harekette bulunmuyor adeta felç olmuş gibi sabit bakışlarla camdan dışarıyı seyrediyordum. eğlencelerine katılmıyorsam da onlarla aynı otobüsün içindeydim, bu demekti ki ben de onlardan biriydim. istatistiklere bu şekilde geçmemin önünde bir engel yoktu, belki şoförün arada bir dikiz aynasından olan bitene bakıp onaylamadığını belli eden mimikleri ve sigara yakmak için aynı anda ceplerimize elimizi attığımızı fark etmemizin ardından benim de rahatsız olduğumu görmesini şahit tutabilirdim kendime.

bir sigaranın ilk dumanına ne kadar abanabilirse insan o kadar abanmıştım, bu bana birkaç saniye kazandırmıştı işte, nefes alabilmiştim. o sırada dağı bile unutmama sebep olacak o sahne yaşandı işte. en az benim kadar orada olmamayı hak eden biri, tüm o hengameyi bıçakla keser gibi susturduğu şeyi yaptı…

sene 99’du, trabzon’dan gümüşhane’ye otobüsle dönüşte zigana’dayken bir türkü tutturmuştu tuncelili bir kız. anlattığı aşk mıydı, dava mıydı yoksa ana hasreti mi şimdi hatırlamıyorum ama ilahi bir müdahale hissi verecek bir anda, daha önce duyulmadık bir berraklıkla, güneşten kavrulmuş eller kadar esmer bir sesle söylenmiş öyle bir türküydü ki bu ne dinlerken, ne bittiğinde ne de farkına varmadan bitirdiğimiz dağın diğer yamacındaki hayatımıza bıraktığımız yerden başlamak üzere otobüsten indiğimizde hiç birimizin bir daha konuşacak takati kalmamıştı.

ve öyle bir türküydü ki bu, o günden beri bir daha hiçbir yerde duymadım.