Baharın geldiğini nasıl anlayabiliriz?

Baharın gelişi ise tam anlamıyla çıldırtırdı bizi.
Baharın gelişi ise tam anlamıyla çıldırtırdı bizi.

Çiçekler ne kadar fazlaysa, bahar da o kadar çok gelmiş demekti bizim için. Şimdi ne zaman bir kır çiçeğine rastlasam, gözümün önüne hemen, sokakları teftiş eden el ele tutuşmuş iki küçük kız ve o büyük soru gelir: Baharın geldiğini nasıl anlayabiliriz?

Çocukluğumun Beylerbeyi’nde kış sanki daha soğuk yaşanır, kar da haftalarca semtimizin üstünden kalkmazdı. O zamanlar Beylerbeyi Sarayı’nın yanında bulunan, denize nazır okulumuza gidip gelmek başlı başına bir maceraydı bizim için. Küplüce yolundaki mor salkımlar, gül, leylak ve erik ağaçları ile çevrelenmiş mütevazı ve biraz da harap köşkten düşe kalka okula gidip gelirdik.

Baharın emarelerini ortaya çıkarmak bizim için pek mühim bir iş idi o zamanlar. Çünkü bahar demek aynı zamanda kazak, kaşkol, bere ve paltolardan kurtulmamız; bahar demek, akşam ezanına kadar sokakta kalabilmemiz ve en önemlisi de dondurmaya kavuşacak olmamız demekti.

Her düşüşten sonra kilidi bozuk mavi çantamdan etrafa dağılıp saçılanları toplamak bile bizim için eğlenceliydi. Pek sinirli ve çocuk sevmez ev sahibimize görünmemek için sessiz oyunlar icat etmiştik kardeşim Gülay ile birlikte. En sevdiğimiz oyunlardan birisi, köşkün ön tarafındaki karla kaplı geniş bahçeye, gaz bidonlarının huni ve kapaklarıyla desenler çıkarmaktı. Bir yandan yüreğimiz ağzımızda korkuyla ev sahibimizin hiç açılmayan perdelerini gözler, bir yandan da bahçedeki dev bir halıya benzemeye başlayan eserimizi kontrol ederdik.

Bahçenin tamamı büyüklü küçüklü yuvarlaklarla kaplandığındaysa, kemerli taş kapının hemen önündeki erik ağacına sırtımızı yaslar ve hayranlıkla eserimizi seyrederdik. Ancak içimiz hep biraz buruk kalırdı. Çünkü bu harikulade güzellik, sadece ikimiz arasında kalan bir sırdı. Ev sahibimiz istemediği için hiçbir arkadaşımızı eve getiremez, hâliyle eserimizi de kimseye gösteremezdik. Baharın gelişi ise tam anlamıyla çıldırtırdı bizi. Karlar erirken, kış güneşi de aldatıcı parlaklığıyla bizi dışarı çağırır, eşyası az evimizin geniş odaları bizi sıkar ve bir an evvel sokağa çıkmak için fırsat kollayıp sürekli bahaneler uydururduk. Annemden izin koparır koparmaz da hazırlıklara girişirdik. Baharın geldiğini anneme kanıtlayabilmek için, rahmetli Yaşar amcamızın Cağaloğlu’ndaki matbaasından getirdiği teksir kâğıtlarından yapılma küçük not defterlerimizle gözlemlere başlardık hemen.

  • Baharın emarelerini ortaya çıkarmak bizim için pek mühim bir iş idi o zamanlar. Çünkü bahar demek aynı zamanda kazak, kaşkol, bere ve paltolardan kurtulmamız; bahar demek, akşam ezanına kadar sokakta kalabilmemiz ve en önemlisi de dondurmaya kavuşacak olmamız demekti.

Kar suları, acıklı bir şarkı gibi köhne evlerin çatılarından, saçaklarından damlar ve biz bir yandan onlardan, bir yandan da soba borularından akan kurumlardan kaçarken; kaldırım taşlarının arasından, duvar çıkıntılarından başlarını uzatmış ballıbabaları, karahindibaları, sarı sütleğenleri, papatyaları, katırtırnakları ile aslanağzı çiçeklerini defterimize tek tek işlerdik. Çiçekler ne kadar fazlaysa, bahar da o kadar çok gelmiş demekti bizim için. Şimdi ne zaman bir kır çiçeğine rastlasam, gözümün önüne hemen, sokakları teftiş eden el ele tutuşmuş iki küçük kız ve o büyük soru gelir: Baharın geldigini nasıl anlayabiliriz?

Küçük ansiklopedi:

Ballıbaba:Latince adı “Lamiam purpureumdur. Bir dönem evcilik oyunlarının baş tacı olan ballıbabalar, içleri balımsı bir sıvıyla dolu çiçekleri yüzünden çok sevilirdi. Çiçeklerin balını bir defada çekmek her çocuğun harcı değildi.

Çocukluğumun Beylerbeyi’nde kış sanki daha soğuk yaşanır, kar da haftalarca semtimizin üstünden kalkmazdı.
Çocukluğumun Beylerbeyi’nde kış sanki daha soğuk yaşanır, kar da haftalarca semtimizin üstünden kalkmazdı.

Leylak: Evimizin hemen önünde yer alan bahçeyi, yabancı gözlerden beyaz ve mor renkli leylak ağaçları gizlerdi. Bizimkilerin, öğretmenimizin gözüne girebilmem için özenerek hazırladığı ve neredeyse yüzüme kadar gelen kalın dallı katmerli leylak buketleri öyle ağır olurdu ki zar zor taşırdım.

Beylerbeyi İlkokulu: Bir zamanların en güzel okullarından olan Beylerbeyi İlkokulu, saray ile Çöp İskelesi’nin hemen arasındaki alanda yer alırdı. Sınıflarının pencerelerinden vapurların, martılarla karabatakların izlendiği okulun yaşlı çınar ağaçları ile tatlı bir eğimle denize ulaşan çimenlikleri de muhteşemdi. Çimenliğin tek bir kusuru vardı. Öğrencilerin bu alana girmesi yasaktı. Her teneffüste büyük sınıflardan öğrenciler bu alanda oynamamamız için nöbet tutarlardı. Bazen insaflı öğretmenler, derslerini bu harika alanda yapardı. İşte o derslerin de tadına doyum olmazdı.

Bahar ve Kelebekler: Bahar denince aklıma geliveren bir Ömer Seyfettin hikâyesi.
Bahar ve Kelebekler: Bahar denince aklıma geliveren bir Ömer Seyfettin hikâyesi.

Beylerbeyi İlkokulu, seksenlerin başında bir iş adamına devredildi. Öğrencileri başka okullara dağıtıldı. Beylerbeyi halkı hemen tepkisini gösterdi. Şimdilerde amansız trafiği ile bilinen caddeyi kapatarak eylemler yapıldı. Bakkallar iş adamının ürettiği malları geri gönderdi. Fakat değişen bir şey olmadı. Yeni okul Kenan Evren’in de katıldığı şaşaalı bir törenle açıldı. Yeni Beylerbeyi İlkokulu ise yıllar yıllar sonra, daha evvelden patlıcan bostanı olarak kullanılan içerlerdeki bir alanda inşa edildi.

Rahmetli Yaşar Amcamız: Çocukluğumuzun muhteşem insanlarından. Bayram harçlığı konusunda bir numara olan Yaşar amcamız, diğer zamanlarda da etrafındaki çocukları unutmaz harçlıklar, hediyeler yollardı. Tatlı dilli, muzip ve hep komikti.

Bahar ve Kelebekler: Bahar denince aklıma geliveren bir Ömer Seyfettin hikâyesi.