Barış Manço Anadolu’nun sesiyle şehre döndü, Tarkan efsaneye karıştı

Tarkan’ın şehirli hali Barış Manço’nun görüntüsünde zuhur eder. Bir farkla, savunma değildir artık söz konusu olan kelimenin tam manasıyla özgüvendir. O iki ayrının istense bile birleşemeyeceğini bilir, hatta bunu ister, ona razıdır.
“Tarkan” serisi filmleri 1969-1973 yılları arasında farklı yönetmenler tarafından beş kez çekildi. Kartal Tibet hepsinde başrol oynadı. Yeşilçam’ın içinde devinen kültürel-finansman odaklı bir “Ergenekon” ihtiyacından mı doğmuştu bu seri araştırmakta yarar var. İnsan davranışları gibi kurum ve toplum hareketleri de sebep sonuç ilişkisi içinde yorumlanmaya müsaittir. Bununla beraber sebep-sonuç ilişkileri gözle görülmeyen, beklenmeyen kimi yan olgu ve oluşumları tam aydınlatamayabilir. Teksas-Tommiks benzeri çizgi romanların kazandığı kitlesel etki göz ardı edilemez mesela bu süreçte. Televizyon çağının yükselmesi kitapta çizgi ve resmi daha bir öne çıkarır. Sezgin Burak’ın yarattığı Tarkan, toplumsal şuurda iyice kabarmaya başlayan arayışların ucundan yeşermiştir sanki. Türkiye’nin 1960’ların sonuna doğru kaynamaya başlayan sosyolojik katmanlarla beraber değerlendirilmelidir bu yeşerme. Gençlerin mit ve kahraman arayışlarıyla da irtibatlıdır sonuçta. Bütün eski masalların vazgeçilmez kahramanı kutsal hayvan figürü bu kez kitlesel cazibesi olan bir sinema oyuncusunun âdeta postuna bürünür. Tarkan ile kurt birleşirler. Kurt, şuur altında kötülere karşı kahramanın eli ayağı halinde toplumla özdeşleştirilir. Bir lider ya da ortak kurtarıcı krizi mi yaşamaktadır Türkiye o günlerde? Anadolu’daki insanlar fark etmedikleri derin bir kuşatma içinde midirler? Kültür aktörleri önsezileriyle bu kuşatmayı paraya mı dönüştürmeye niyetlenmişlerdir? Çok sorulu ve çok cepheli bakışlarla tartışmaya açıktır eldeki malzeme.
Her ne olursa olsun Batı’dan çıkış ve buraya, Anadolu’ya, Türk’e dönüş, haine, kötüye, düşmana haddini bildirmek esas fikirdir Tarkan filmlerinde. Doğu, daima duygusal merkez konumundadır. Haklılığın odağıdır. Son sözü söyler. Adaleti ve gücü karşılar. Tarkan da batıya gider. Zaten, Ergenekon Efsanesi’nin hareket yönü de doğudan batıya doğrudur. Doğuda durup batıya bakmasaydık eğer ne Atilla’nın ne Vikinglerin ne de başkalarının değeri olabilirdi. Herhangi tarihsel gerçekten öte dönemsel hamasetin at başı gittiği böylesi gişe filmlerini çok derin kültürel reflekslerle irdelemenin riskli tarafları her zaman vardır. Fakat hiçbir şey tek başına olup bitmez.

Barış Manço, tam da bu yıllarda adım adım müziğiyle belirirken, Tarkan’ın kamulaştırdığı duyusal alana giriş yapar sanki. Sadece müzikle değil başta kostüm, saç, bıyık, tavır ve idealle, Batı’dan Anadolu’ya-İstanbul’a Tarkan formunda dönmüş intibaı içindedir. Barış Manço daha gerçekçi, ayakları yere basan, Doğu ile Batı arasındaki çatışmayı değil ayrışmayı çözmüş ve bu sebepten varlığını daha çok “oluş” üzerine oturtmuş bir Tarkan-müzisyen formundadır. Müziğin milli kimliği temsili yönünden değil bir yerde kültürel varoluşun saflaşması ve özerkleşmesi yönünden düşünüldüğünde Manço’nun en başta koyulduğu istikamet bellidir. Elbette sanatçı bir önder değildir fakat özgün ve erken duyuş kodları, Anadolu’ya dönüş diyebileceğimiz süreçte kente ve halka seslenmenin sırrını bulmuş gibidir. Yerel melodiyle güncel, Batılı enstrümanları zengin bir müziksel raya oturtmak hep önde durur tavrında. Yaptığı müzik sentez değil tezdir bu bakımdan. Tezini de kurguladığı yer naif bir ayrılığın tetiklediği kültürel içleniştir. Tarkan’da kalmaz, onu ehlileştirmez fakat medenileştirir. Batı ile Doğu bir aşk hikayesi içinde iki küçük kol düğmesi güzelliğinde iki ayrı kolda, istese de birleşemeyenlerdir artık. Tarkan, bugüne gelemez, ama Manço sokağa çıkar. Doğu ve Batı’nın ötesinde yaşamın somut imgesi olur.
“İki küçük kol düğmesi/bütün aşk hikayesi/iki düğme iki ayrı kolda/bizim gibi ayrı yolda.”
Tarkan’ın şehirli hali Barış Manço’nun görüntüsünde zuhur eder. Bir farkla, savunma değildir artık söz konusu olan kelimenin tam manasıyla özgüvendir. O iki ayrının istense bile birleşemeyeceğini bilir, hatta bunu ister, ona razıdır. Zamanlaması hiç önemli değil, “Sarı Çizmeli Mehmet Ağa”, “Dağlar, Dağlar” şarkıları arka arkaya dinlendiğinde Barış Manço’nun şehirli bir Köroğlu donuna büründüğü, bilge sesini, alt yapısı çok hazırlanmış saz ve beste zenginliğiyle kulaklara akıttığı görülür. Uzun saçları, hilal bıyıkları, yüzük ve kolye aksesuarları, kemer tokaları, şehzade kaftanlarını andıran pelerinler ve ömür boyu giydiği çizmeler... Feminenliğin elinden alınan yeni erkeksilik. Maço değil ama gereğinde delikanlı. Genç, canlı, aktif, ayrıksı stratejisi çok iyi yapılmış ve ömre yayılmış bir yaşam politikası. Ayrıyım ve sizdenim duygusu. “Haydar Haydar” ritmini hatırlatan “Ah deme oh de/Lambaya püf de” ritmi. “Ali Yazar Veli Bozar”, “Söyle Zalim Sultan”. Az şey değildir bunlar. Manço’nun toplumsal kemiğe ne denli yakından ve yerli yerinde dokunduğunu gösterir. Muziplik yer yer isyan yer yer de hadi gel de görelim tavrı kazanır şahsında. Şöyle söylemek mümkündür; 1970’ler boyunca Türkiye’nin savrulduğu ideolojik akıma müziğin en lirik haşmetiyle karşı çıkmıştır Manço. “Halil İbrahim Sofrası” hak hukuk, emek ekmek kavgası güdenlerin ortasına seriliverir. “Ortada bir tencere ki boş mu dolu mu bilen yok.” Tencere, Türkiye’nin kendisidir. Zamanla da lastiği bozulmuş düdüklü tencere misali patlayacaktır.
Barış Manço her zaman popüler oldu. Birebir iletişim kurma yeteneği yanında yabancı dil öğrenme kabiliyeti onu dışarıya daha açık hale getirdi. Japonya’ya ilgi duymasının gelenekselci kişiliğiyle hep ilgisi oldu. Çocuklarına verdiği isimler tesadüf sayılmaz. Manço soyadı ile bile gizemli bir çekim edindi. 1980’li yıllar boyunca ortada duran kimliği, çevre duyarlığı, eşek, domates, biber, patlıcan gibi satirik öngörülerle müziğe taşıması yetmedi 1990’larda televizyonun kentleşmenin agorasına dönüşmesi onu daha da merkezi kişilik yaptı. 1983 yılında Eurovizyon Türkiye elemelerine “Kazma” adlı şarkıyla katılması, onun hangi özgüveni ne türden bir fütursuzluğa yükselttiğini gösterir. Eğer Manço, Batı’dan çıkıp Doğu’ya gelmeseydi bu denli açık ve özgüvenli olabilir miydi? “Türkiye’nin Batılılaşmaya ihtiyacı yoktu.” ona göre. “Biz uygar olmak istiyoruz.” mottosu hayatının bütününe yayılmasıyla tutarlı bir çizgiye oturdu. Semti, evi, sokağı şahsının adresi kılabilmiş kaç kişi vardır bizde? “Barış Manço, Moda 81300” ibaresi, bir ortak, milli yer imi gibi sürekli kamulaştırıldı. Manço, kendisini insanın ve toplumun tam ortası yapmak istedi.
Sanatçının böyle bir misyonu yoktur fakat Barış Manço’nun “Adam Olacak Çocuk” çatısı altında çocuklara yatırım yapması hayli önemlidir. Sırf bir televizyonculuk işi/ başarısı sayılabilir mi bu adım? Toplumu, çocuk üzerinden okuma disiplini dikkate değmez mi? Kalmadı çekinmeden çocuğun ve çocukluğun güncel diline inen şarkılar yapmasıyla bu ideali birleşir. Ailesi 2. Dünya Savaşı zamanında doğduğu için Barış ismini koymuştu ona. “7’den 77’ye” televizyon programı hemen her bölümüyle kültürel ve insani birer barış projesidir aslında. İlk kurduğu orkestranın isminin “Kurtalan” olması da haydi biraz aşırı yorum olacak ama ondaki lokomotif kişilikle ilgili olmalıdır. Belçika’da aldığı grafik ve mimarlık eğitimini müzikle harmanlayıp her zaman bir ses, görüntü ve tutum mimarisi kadar grafik kişilik yaratabilmesi hayatı dönüştürme yatkınlığıyla ilişkilendirilebilir. Manço, topluma her sabah uyandığında “Buradayım, beni unutma.” demek ister.
“Dağlar Dağlar” şarkısının ilk çıkışında yedi yüz bin civarında sattığı hatırda tutulduğunda, Barış Manço’nun toplumla ne türden bir irtibat kurduğu fark edilir. “Biz kendimizi dünyanın merkezinde görüyoruz.” diye düşünen birisidir o. Bu görüş bir yandan coğrafi, tarihi gerçekliğe oturur fakat asıl psikolojik kabarmasıyla öne çıkar. Merkezde olanın doğası gereği doğu veya batıda durmasının anlamı kalmaz. Topluma bakışını da belirleyen budur. İnsanın ve toplumun tam ortasında durmak. Bu yüzden olacak hep bir Cumhurbaşkanı olmak arzusu da taşır. Sadece bir arzu olmanın ötesinde bir türlü birleşemeyen iki ayrı koldaki kol düğmeleri benzeri onun şahsında bir toplumsal içleniştir. Siyasette olmayan müzikte çoktan gerçekleşmiştir. O daha çok bütün takımın umut beslediği dört çarpı dört bayrak yarışının son koşucusudur. “Kara Sevda” şarkısı bu gözle dinlendiğinde müziğin bir kültürel koşu olarak onda neden hiç ritim kaybetmediği anlaşılır. Barış Manço yaşadığı süre boyunca popüler fakat kültürlü bir ikon olmayı hep önde tutmuştur. “Gül Pembe” ve “Kol Düğmeleri” peş peşe dinlenildiğinde onu hala hayatta tutan espri kolayca anlaşılacak niteliktedir.
Bu yazının başlığı yazardan bağımsız editoryal olarak hazırlanmıştır.