Başkasının yüküyle hafiflemek 'Hoca Ali Rıza'

Hoca Ali Rıza, Çubuklu Sırtlarından Boğaz'a Bakış
Hoca Ali Rıza, Çubuklu Sırtlarından Boğaz'a Bakış

"Onun eserlerinde, başka bir ressamın tesirini aramak, elmasta leke aramaya benzer ki beyhude yorgunluktur." Abartılı gelebilir bu teşbih ama değil. Burada abartılan şey bizatihi gerçek. Süheyl Ünver'in yaşayıp aktardığı bir gerçek.

Sarı bir Üsküdar, mavi bir adam ve gündüz düşleri...

Gündüz düşleri...

Sanat eleştirmeni Arthur Danto, sanatı gündüz düşleri olarak tanımlar. Rüya yerine düşü kullanması hem kontrol edilebilmekle hem de çıkmakla, bu dünyadan çıkabilmekle ilgili. Tarih boyunca sanat, gerçeklik algısını zorlayarak sınırları esneten ve evreni genişleten bir eylem olmuştur. Mimesis bağlamında benzetmeci (natüralist) sanattan Maleviçlerle başlayan soyut sanata her eylem evreni biraz daha genişletmiştir. Malum, evren fiziksel olarak genişlemekte. Malum olmayan ilam ise evrenin metafiziksel olarak genişlediğidir. Sanat, metafiziksel genişlemenin tezahürü olarak insanın düş gücünün düşünme pratiğiyle imtizacıdır. Bu imtizaç bazı insanlarda mizaç olarak görünür. Öyle ki, sanat yapmak değil sanat yapar gibi yaşamak söz konusudur. İşte bu insanlardan biri Hoca Ali Rıza'dır. Tarihe mal olmuş biri hakkında yazıyorsanız, o yazı yazdığınız kişi kadar kendinize dairdir.

Bu yüzden objektif olduğu kadar sübjektiftir. Hele de Hoca Ali Rıza'yı yazıyorsanız. Ve bunu vefatından çok zaman sonra yapıyorsanız. Neden? Çünkü bir yere koyamıyorsunuz onu. Bir ekolle tanımlayıp aşina özellikler üzerinden tavsif edemiyorsunuz. Hocaları var. Talebeleri de. Hocalarından alıp talebelerine verdikleri de. Ama kendisi! Bunların tam ortasında, öncesi ve sonrası olmayan bir okul gibi. Koca bir medeniyetin tek başına varisi gibi. Yıkılırken gök kubbe, onu ayakta tutmaya çalışan fil ayağı gibi. Ressam olmasını beklemediğiniz bir ressam o her şeyden önce. Bir usta. Gerçek bir usta. Babası hat sanatının muhibbi. Annesi ev hanımı. Kendisi asker. Dönemi itibariyle bir ressamın asker olması normal. Ama Hoca Ali Rıza'nın asker olması normal mi? Bugünün kabulleri üzerinden bakarsak hayır. Belki o zamanın şartları itibariyle de hayır. Zaten ressam olmasaydı ve cephede asker yerine okulda bir hoca olarak vermeseydi mücadelesini, o naif varlığı nasıl dengelerdi hayatı diye sormadan edemiyor insan.

Ressamlık, Hoca Ali Rıza'ya bahşedilmiş iyilik gibi. Tabii, Hoca Ali Rıza da resim sanatına bahşedilmiş bir iyilik... Koca bir medeniyetin çöküş zamanları. O dönemde tutunulan bir dal 2. Abdülhamid. Ondan önce başlayıp onun döneminde hız kazanan bir gelenek, Batı'ya talebe yollamak. Askeri amaçla başlayan gelenek zamanla kültürel bir renk alır. Hem teknik hem kültürel bir renktir bu. Maksat orada öğrenip burada öğretsinler. Ve Batı'dan geri kalmayalım. Zaten kaldık, makası daha fazla açmayalım. Niyetler iyi ama sonuçlar? Orası koca bir muamma. Askeri amaçla gittiğiniz yerden kültürel sonuçlarla dönüyorsunuz. Getirdiğiniz kültür size ait değil. O kültürün renkleri siz değil. Ama getiriyorsunuz. Zira büyülü bir Batı var karşınızda. Ziya Paşa'yı bile büyüleyip İstanbul'u hakir görmesine sebep olan bir Batı bu. İçine çekiyor sizi vakum gibi. Türk insanı bu dönemde tanıştı resimle. Ben resimle diyeyim siz oryantalizmle anlayın. Çünkü resim adı altında Batı'nın keşif kolu olarak tanımlanan oryantalizm geldi.

Bu bağlamda üretilen eserler sizin dünyayı nasıl algıladığınızla ilgili değil dünyanın (Batı'nın) size nasıl baktığıyla ilgiliydi. Bir bakışın eseriydi bunlar ve gerçek değil kurguydu. Hayal ürünlerinin gerçek adıyla pazarlanışıydı. İster istemez Batı'ya giden her ressam bundan etkilendi. Etkilenip etkiledi. Konu ve üslup olarak oryantalizm, teknik olarak da perspektifin merkezde olduğu bir etkilenmeydi bu. Ama insan ne kadar etkilenirse etkilensin kendi hikâyesini yazar. Hele de hikâyesi güçlüyse. Hoca Ali Rıza, Batı'ya gönderilecek isimler arasındaydı. Her şey hazırlanmış yola çıkmayı bekliyordu. Bir şey oldu, iyi de oldu, gideceği yer Napoli'de salgın baş gösterdi. Bu durum gidişinin iptaline sebep oldu. Bu sebep bazı hayallerin yok oluşuna, bazı yepyeni gerçeklerin de doğuşuna sahne oldu. Bundan hiçbir zaman emin olamayız ama Hoca Ali Rıza'nın Napoli'ye gidemeyişini bugün rahmet olarak yorumluyoruz. Gitse ne olacaktı? En basitinden bugünkü Hoca Ali Rıza olmayacaktı.

Daha iyi ya da daha kötü. Ama bugünkü değil. İlhami Atalay'ın çok önemsediğim bir sözü vardır. "Akademi'de 10 yılda öğrendiklerimi unutmam 20 yılımı aldı" der Atalay. Hoca Ali Rıza'nın başına neden gelmesindi bu? Napoli'de tesiri altına gireceği etki, dezenformasyona sebep olarak bugünkü Hoca Ali Rıza yerine devşirmeci bir ressamla bizi baş başa bırakabilirdi. Hâlbuki şu an tek başına bir ekol olarak tanımlıyoruz onu. Bazen kaynağa gitmek neyi nasıl yapman gerektiğini değil neyi nasıl yapmaman gerektiğini öğrenmek içindir. Hoca Ali Rıza bunu kaynağa gitmeden öğrendi bana kalırsa.

Nasıl?

Can alıcı soru bu. Cevabı en sübjektif olan soru da. Benim cevabım kendimce olacak. Bu cevap en sübjektif anı olacak bu yazının. Kanımca Hoca Ali Rıza üveysîydi. Resimdeki hocası ne Süleyman Seyyid ne de başkalarıydı. Onlardan bir şey aldı elbet. Ama yolunu onlarla değil, kendi kendine buldu. Bugün içimizi ısıtan o resimlerin kaynağı içinde, en derinlerdeydi. Biliyorum hiç bilimsel olmadı. İkna edici de değil. Ama gerek var mı olmasına. Hoca Ali Rıza kimseyi ikna etmeye çalıştı mı? Osmanlı Ressamlar Cemiyeti bir adımdı bu uğurda kabul ediyorum. Kolay değildi o dönemde resim yapmak. Anlatmalıydı. İkna etmeliydi insanları. Resimle yaptığı kadar sözle de yapmalıydı. Bunu inkâr etmiyorum, ama tek başına ekol dediğimiz rengi ona veren neydi? Ressamlar Cemiyeti mi? Düşünün! Sizden önce resim var. (Minyatürden bahsetmiyorum ama yeri gelmişken onu da söyleyeyim. Minyatür de bir resmetme biçimidir.

Batılı natüralist anlamda değil tamamen kendi bağlamında bir resmetme biçimidir.) Ama sizin gibi yok. Sizden sonra da uzunca bir süre yok. Hatta resim sanatının halkta karşılığı yok. Var olan karşılık karşı oluş. Bir reddiye. Ona rağmen resim yapıyorsunuz. Yapmakla kalmıyor bunu hayat ediniyorsunuz. İnsanlara aşılamaya çalışıyor ve asla vazgeçmiyorsunuz. Adeta ilahi bir görev. Müthiş bir adanma. İhlas ve samimiyet. Nasıl bir insanın resim yapmasından bahsediyoruz burada? Bunu anlamak önemli. Bunu anlamazsak onun tek başına bir okul oluşunu ve benim üveysî tanımlamamı anlayamayız. Bu noktada sayısız örnek verilebilir ama ben bir örnekle yetineceğim. En etkileyici bulduğum örnekle.

Yer: Mektuplarda kendisine "Süheylim" diye hitap ettiği Süheyl Ünver'in evi.

Zaman: Lahuti bir zaman

Olay: Hoca Ali Rıza, Süheyl Ünver'in davetlisi olarak evine gider. Yatıya kalacaktır. Muhabbet biter ve uykuya geçilir. Ama uyuyamaz Hoca Ali Rıza. Tahtakuruları uyutmaz. Hoca da bir kap ister Süheyl'inden. Bir miktar suyla dolu bir kap ve ortasında bir taş. Nedenini anlayamazlar ama öğreneceklerdir. Biraz sabır. Sabah olunca anlaşılır. Hoca tek tek tahta kurularını toplayıp taşın üzerine yerleştirmiştir. Suya dokunamadıkları için gece boyu taşın üzerinde kalacaklardır. Bu sayede oluşan sessizlikte Hoca uyuyabilecektir. Hoca kabı Süheyl Ünver'e verir ve bahçenin en uzak köşesine bırakmasını ister. Tahta kurularına bile kıyamayan bir ben-i âdem.

Böyle bir insan resim yaparsa ne olur? Tek başına bir ekol olur. Kendi kendinin mürşidi çünkü Hoca Ali Rıza. Bu yönünü en güzel ifade eden yine Süheyl Ünver: " Onun eserlerinde, başka bir ressamın tesirini aramak, elmasta leke aramaya benzer ki beyhude yorgunluktur." Abartılı gelebilir bu teşbih ama değil. Burada abartılan şey bizatihi gerçek. Süheyl Ünver'in yaşayıp aktardığı bir gerçek. Hoca Ali Rıza'nın şeylerle girdiği iletişimi kendine özgü. Eşyanın hakikatine, şeylerin hikmeti üzerinden yaklaşan ve Hakk'la yakınlık kuran adam Hoca Ali Rıza. Bu kurbiyeti tabloları söyler bize. Dile gelip peyzajlar, güzelliği ve yüceliği fısıldar. Nasıl yapar bunu ressam? Anlamadığımız ya da göremediğimiz şey ne? Ben de bilmiyorum ama bir tahminim var. Hoca Ali Rıza tabiata ne bir efendi olarak yaklaşıyor ne köle olarak. Bizzat tabiatın kendisi olarak. Ve sevgiyle... Fethi Gemuhluoğlu'nun her şeye dost olmak derken söylediği o dostane ilişki üzerinde yaklaşıyor her şeye.

Bir veli hassasiyeti ve sanatçı dokunuşuyla. Tabiatı değiştirmeye kalkmıyor ressam. Güzelleştirmeye de çalışmıyor. Görmek istediği gibi değil olduğu gibi aktarıyor. Olduğu gibi aktarıyor ama natüralizm yok ortada. Kendi kendine var olan bir tabiatı aksettirmiyor. Var olur ve varlığını korurken, her an ilahi bir mevhibeyle dolan, canlı, dinamik ve renkli bir tabiatı aksettiriyor. Kutsalla her an neşve hâlinde bir hayatı resmediyor. Bu yüzden bir mekânı aktarırken, hissini de aktarıyor. Rüyalarını da aktarıyor. Anı yakalayıp kayıt altına almaktan çok, anda biriken metafizik gerilimi gösteriyor. Resimlerindeki etki bundan geliyor. Farklı görüş ve ideolojilere sahip insanlarda benzer etkiyi uyandırması bununla alakalı. Hoca, insanı yaratılışına davet eden resimler yapıyor. İster bir iftar sofrasını resmetsin, ister Üsküdar'da bir sokağı. Hepsinde aynı iklim var. Aynı ruh, aynı davet. Maddedeki madde olmayana. Maddi olandaki manevi boyuta. Böyle olmasaydı, kendisine bakan herkesi birleyemezdi Hoca Ali Rıza. Aynı noktada sabitleyemezdi.

Onun resimleri gündüz vakti düş görmek gibidir. Gerçekliğin kabalığından sizi çıkararak başka bir âleme yükselten naif dokunuşlardır resimleri. O naiflik ılık ılık akmaya başlar damarlarınızda. Bir seviyedir o resimler varlık macerasında ve kendinizle bir eşitlenme hissedersiniz. Kendinizde bir ışınlanma hissedersiniz. Öyle lahuti bir etkidir maruz kaldığınız. Marazı olmayan bir maruziyettir bu. Açın ve bütün resimlerini tek tek inceleyin. Sizde yaptığı etkiyi hissedip ifade etmeye çalışın. Muhtemelen ifade edemeyip yorgun düşecek ve renklere kendinizi teslim edeceksiniz. Bu, Hoca Ali Rıza etkisidir ve benzerini başkalarında aramak Süheyl Ünver'in dediği gibi "Beyhude yorgunluktur"

Son söz...

Kimseyi kırmadı. Resme başlamadan önce abdest alıp, ibadet eder gibi resim yaptı. Resmi sevdirmek için akla hayale gelmedik şeylere başvurarak kendinden, en derininden hediyeler verdi. Hocaydı. Talip olana dünyaları armağan ederdi. Fındık farelerinin bile dostuydu. Herkesin korktuğunun kendisinde felaha erdiği refikti. Refik-i âlâ diye bir şey varsa oydu.

Öldü. Ama ardında ölümsüz bir hayat bırakarak...