Bayramlar geldi geçti ama anneme ve kendime hâlâ kavuşamadım

Rüzgârın ve güneşin çatlattığı yüzüm, annemin gidişinden beri yıkanmayan kıyafetlerim ve dere dışında su görmeyen bedenim. Oynamıyorum o çocuklarla, onların o temizliğinde benim tanımadığım bir şeyler var. Onların yanında kendimi görünmez hissediyor, ne yaparsam yapayım görünemeyeceğimi düşünüyorum.
Evimiz, anayoldan bir kilometre kadar içerde, yoldan bakanların rahatlıkla görebileceği bir yamaç üzerinde yer alıyor. İki katlı, boyasız bir ev. Evin önünde, gölgesi serinlik, yaprakları huzur veren iki büyük söğüt ağacı var. Evin arka tarafında, iki demir çubukla bulunan serin suların doldurduğu, çok yosunlu, çok böcekli, çok kıymetli bir sulama havuzu yer alıyor. Bütün yamacı dolduran, çoğunluğunu elma ağaçlarının oluşturduğu bahçe, evin batısında kalıyor. Bahçeyi boydan boya kuşatan, baharda kar gibi pamuk yağdıran kavaklar var. Ve bu her şeyin el yordamıyla kurulduğu sahnede, senaryoya sadık kalmaya çalışan üç oyuncu; dedem, babaannem ve ben.
Babaannem benim sevdiğim yemekleri yapmaz. Daha doğrusu babaannem sadece sevdiği yemekleri yapar. Kabak, kabak, kabak, kabak…. Yine bir yemek vaktinde söğütün tepesinde helva ekmek yiyorum. Arada yoldan tarafa bakıyorum. Araba sesleri geliyor belli belirsiz. Viraja gelince yavaşlayan her arabayı bizden tarafa sapacak zannediyorum, ama hepsi yoluna devam edip gidiyor. En çok da buna sinir oluyorum. Hafta içi kimse uğramaz bizim bahçeye. Hafta sonu birkaç şımarık piknikçi, bir de sarı amca gelir. Dedemin yeğeni olur sarı amca. Bizim bahçenin alt tarafında, çok da bakımlı olmayan bir bahçesi var. Hafta sonları gelip hem çocukları avutur hem de biraz kafa dinler. Her geldiğinde de bana helva getirir. Çoğu sade olsa da arada fıstıklı getirdiği de oluyor. Ben getirdiği helvaları iştahla yerken bana bakıp gülüyor. Bir işi daha var sarı amcanın, bana “r” leri öğretmek. Üstüne basa basa “traktör” de, “araba” de diyerek “r” leri öğretmeye çalışıyor. Hâlâ öğrenemedim, ısrarla “y” diyorum. O yüzden o benim için hala “sayı amca”. Bir de kızı var sarı amcanın. Benim gördüğüm ilk kız ve tabii olarak da ilk aşkım. Onu etkilemek için bütün maharetlerimi sergiliyorum. Ağaca tırmanmak, ağaçtan atlamak, sapanla kuş vurmak ve havuzun buz gibi sularına atlamak… Etkileniyor mu bilmiyorum ama bana iyi davranıyor. Hafta sonları tek uğraşım bu. Kalan zamanın çoğunu dedemle geçiriyorum. Ona yardım ediyor, bahçe işlerini beraber yapıyoruz. Ağaç sulamak en sevdiğim işlerden. Havuzun dolmasıyla beraber başlıyoruz ağaç sulamaya. Önce vanaları açıyorum. Sonrasında birbirine ulanan hortumlarla havuzdaki su ağaçların dibine akmaya başlıyor. Su yavaş yavaş yolunu bulup ağacın dibinde birikmeye başlayınca, dedemle ağacın kenarına, topraktan, muhkem bir kale inşa ediyoruz. Kale direndiği ölçüde mutlu oluyorum. O gün sulanan bütün ağaçlara yapıyorum bunu. Savaşı kazandığım hiç olmadı. Sonunda bütün kaleler suya yenik düşüyor. Zaman, suyun yavaş yavaş istila ettiği kaleleri seyrederken akıp gidiyor.
Annemi uzun zamandır görmüyorum. Fabrikada çalışıyor. Çok ağlamıştım fabrikaya gitmesin diye ama gitti. Annemin çalışmasını kabullenemiyorum. Babalar çalışır bunu anlayabiliyorum ama annemin çalışması… Annem bazen sarı amcayla bana bir şeyler gönderiyor, bazen de kendi geliyor. Bir kokusu var annemin. Gönderdiği şeylere de siniyor bu. En son geldiğinde şort getirmişti bana. Sıcak soğuk demeden günlerce giydim onu. Gönderdiği şeylerin kokusuyla avunuyorum bir zaman. Koku gittiği zaman tekrar özlemeye başlıyorum annemi. Az geliyor annem. Buraya herkes az gelir zaten. Bayramlarda gelen giden çok oluyor ama ben bayramları da sevmiyorum. Bayram benim için, şehirden süslü püslü gelenlerin, asıl hayatı bizim yaşadığımız yönündeki kanaatlerini dile getirdikleri, yarım saatlik lüzumsuz ve samimiyetsiz sohbetlerden ibaret. O gelen misafir çocuklarının renkli kıyafetleri, şımarık tavırları sinir ediyor beni. Kendi halimi düşünüp acayip utanıyorum. Rüzgârın ve güneşin çatlattığı yüzüm, annemin gidişinden beri yıkanmayan kıyafetlerim ve dere dışında su görmeyen bedenim. Oynamıyorum o çocuklarla, onların o temizliğinde benim tanımadığım bir şeyler var. Onların yanında kendimi görünmez hissediyor, ne yaparsam yapayım görünemeyeceğimi düşünüyorum. Ellerine birer çapa alıp toprakla oynamalarına, çalı çırpı toplayıp ateş yakmaya çalışmalarına gıcık oluyorum. Onların oyun zannettikleri şey burada birer iş. Onlara göre her şey oyundan, bir oyun fırsatından ibaret. Onların yüzü çatlamaz, annelerini beklemez onlar. Mutat banyo günleri, her zaman yanında olan anneleri ve bayramda oynadıkları toprakları var. Hasretlik ne bilmez onlar. Ben de çektiğimin hasretlik olduğunu bilmiyordum, sonradan öğrendim.
***
Söğüt ağacıyla birlikte ben de büyüdüm. Söğüt büyüdükçe, sarı amcanın kızı büyüdükçe her şey büyüdü. Boğazımdaki yumru büyüdü, dönmeyen dilim büyüdü, dünya büyüdü. Bir söğüt ağacı buldum, dibinde oturuyorum. Belli belirsiz gelmiyor araba sesleri. Vızır vızır geçiyorlar şehrin seslerine ayak uydurarak. Helva ekmek yemiyorum artık. Babaannemin yemekleri de yok dedemle inşa ettiğimiz kaleler de. Ama bende bir şeyler kaldı o zamandan. Söğütten, dedemden, sarı amcadan, sarı amcanın kızından, misafir çocuklarından bir şey. Misafir çocukları gitti, sarı amcanın kızı gitti ama hepsinin yerine bir şey ikame edildi.
O. Adı yok. Sıfatı yok. Kimin kızı bilmiyorum. Bizim oralara gelmiyor. Bana iyi davranmıyor. Atlayacak dere, vuracak kuş, tırmanacak ağaç yok. O var sadece. “O” deyince zihnimde her şey tamam oluyor. Fazladan bir harf bile gereksiz. O. Güzel. Çok güzel. Onun bastığı yerde mayısı beklemiyor erguvanlar. Mevsime itibar etmiyor ağaçlar. Her şey ona tabi, en çok da ben. Nasıl anlatılır bilmiyorum ama, gözleri var. Göz deyip geçemediğim. Tek bir göze nasıl sığdığını anlayamadığım renkleri var, bozkır sarısına aşina gözlerimi alan ve bir daha bırakmayan. Ben onu misafir çocuklarının karşısındaki özgüvenimle uzaktan, hayretle seyrederken onun benden haberi yok. Kendimden haberdar etmeye de hiç niyetim yok.
Bu yazının başlığı yazardan bağımsız editoryal olarak hazırlanmıştır.