Bedri Gencer: Din, yeryüzünden gökyüzüne, kamusaldan özel alana sürülüyor

Bedri Gencer
Bedri Gencer

Arapçada kırk yaşına girene şeyh denmesinin de gösterdiği gibi, insanda ilim ile amel kuvvetlerinin eşitlendiği bilgelik yaşı kırktır. Bu yüzden sünnete göre bilgeliğin sembolü asâyı kırk yaşından önce taşımak, kırk yaşından sonra ise taşımamak kibir alametidir. Toplumda en alt ile en üst meslek sahipleri olarak düşünülen çoban ile kral ve peygamberin hikmetin sembolü asâda buluşması ilginçtir.

  • Asıl hikmet, ilim ile amelin izdivacı ise nübüvvet, hikmetin özel adı olur. Bu bakımdan Hz. Mûsâ ile asâsı hikmeti temsil eder. Hikmetin tecrübî boyutu bilgelik kavramıyla anlatılır. Arapçada kırk yaşına girene şeyh denmesinin de gösterdiği gibi, insanda ilim ile amel kuvvetlerinin eşitlendiği bilgelik yaşı kırktır. Bu yüzden sünnete göre bilgeliğin sembolü asâyı kırk yaşından önce taşımak, kırk yaşından sonra ise taşımamak kibir alametidir.

Öncelikle neyi konuştuğumuzu anlayalım diye doğrudan sormak istiyorum Hocam. ‘Hikmet’ dediğimiz şey nedir?

Allah, kâinatı büyük âlem, insanı küçük âlem veya beden olarak yaratmıştır. Bedenin kuruluşunu anatomi, işleyişini fizyoloji konu alır. Kâinatın kuruluşu hak, işleyişi hikmet iledir. Akıl âlemine has hak, bazen celî, bazen hafidir; ancak yaşadığımız his âlemine has hikmet daima celîdir. Hikmetin ikisi de asâ ile sembolize edilen ilim ve amel olarak iki boyutu vardır. İnsanın ontik tecrübesi, bir çobana (peygamber-hükümdar) tâbi bir sürü (ümmet) tarafından dünyadan ahirete uzanan uzun bir yürüyüşten ibarettir. Dünya bağ, ahiret (cennet), bağce (bahçe)dir. Bağcede yürüyüşten farklı olarak bağda yürüyüş risklidir. Öndeki çoban asâsıyla yeri yokladıktan, sağlam bastıktan sonra asâsını kaldırarak arkasındaki sürüyü yanlış yere basmaktan, yöne gitmekten men’ eder. Şu halde her ikisi de asâ ile sembolize edilen hikmetin ilmî boyutu (hakka) isabet, amelî boyutu (halkı) men’ demektir. Bu, Türkçe’de “yasa ve yasak” kelimeleri arasındaki münasebette de görülür. Hikmetin ilmî boyutu şeriat-doğru, amelî boyutu tarikat-güzel kavramlarına tekabül eder. Asıl hikmet, ilim ile amelin izdivacı ise nübüvvet, hikmetin özel adı olur. Bu bakımdan Hz. Mûsâ ile asâsı hikmeti temsil eder. Hikmetin tecrübî boyutu bilgelik kavramıyla anlatılır. Arapçada kırk yaşına girene şeyh denmesinin de gösterdiği gibi, insanda ilim ile amel kuvvetlerinin eşitlendiği bilgelik yaşı kırktır. Bu yüzden sünnete göre bilgeliğin sembolü asâyı kırk yaşından önce taşımak, kırk yaşından sonra ise taşımamak kibir alametidir. Toplumda en alt ile en üst meslek sahipleri olarak düşünülen çoban ile kral ve peygamberin hikmetin sembolü asâda buluşması ilginçtir. Bu noktada bir yaşını doldurunca bir ayağını kaldırarak bevl etmesinin köpeğin ergenlik göstergesi olduğunu öğrendiği bir çobandan “Bu meselede hocamdır” diye bahs eden İmam-ı A’zam da rahmet ve ibretle hatırlanabilir.

Herhalde bir yerde bulunamayacak bir hikmet tarifi yaptınız. Peki, çokça tekrarlandığı için anlamı üzerinde pek düşünmediğimiz “Hikmet, mü’minin yitiğidir” hadis-i şerifinden ne anlamalıyız?

Modernliğin Hikmetinden Sual isimli kitabımızda “Hikmet, mü’minin yitiğidir” hadisinin aslında, “Hikmet, mü’minin yitik dişi devesidir” mânâsına geldiğini gösterdim. Muhtemelen dilimizdeki “Çölde kayb ettikten sonra devesini bulmuş gibi sevinmek” deyimi, bu hadis-i şeriften gelmektedir. Mânâ âleminde ilim, süt ile temsil edilir. Sufilerin mânen emdikleri süt, aslında hikmet devesinin sütüdür. Hakikatte buradaki yitik “hikmet”ten kasıt, “hikmetli kelime”dir. Nitekim hadis, atasözü, kaide gibi insanı hakikate götüren veciz sözlerin hepsine Arapça’da hikmet, Türkçe’de sav denir. Şu halde Hadis’e şu mânâ verilebilir: “Hikmet, mü’minin herhangi bir yerde bulduğu hakikatli bir sözdür; ona bizzat amel ve ehline tebliğ için sahip çıkar.” Hadis, nebevî-isimli, onun dışında atasözü, vecize, kaide gibi bütün sözler, anonim-isimsiz, yitik hikmettir. Aristo, Peygamber veya Konfüçyüs’ün sözleri ortak, evrensel bir hikmeti, doğruyu ifade eder.

Peki, ‘yitik hikmet’in ölçüsü nedir? Neye bakarak arayacağız?

Yitik hikmetin kriteri aslında basittir; fıtrat. Hikmet, fıtratın ifadesidir. Bu durumda mesele, fıtratın tarifidir. “Şeyler zıtlarıyla ayırt edilir” kaidesince fıtrat, âdet ile karşılaştırılarak en iyi anlaşılabilir. Basitçe fıtrat, ilk tabiat, âdet, ikinci tabiattır. İlginçtir ki din, hem fıtrat, hem âdet mânâsına gelir. Çünkü Rabbimiz, bu yaşadığımız Halk veya Hikmet âlemini diyalektik bir tarzda, zıtlardan vahdete gidecek şekilde yaratmıştır. “Doğru yolu bildirmek Allah’a aittir. Kimi (yol) ise eğridir. (Allah) dileseydi muhakkak hepinizi toptan hidayete erdirirdi (Nahl, 16/9)” âyetinin belirttiği üzere Allah dileseydi bütün insanları hidayet, hak üzere kılar, dalalet, batıla izin vermezdi. Dolayısıyla murad-ı ilahî, insanların hak/batıl, iman/küfür zıtlığıyla imtihanıdır. Mükemmel fıtrat üzere yaratılmış insan, dünya hayatında din=hikmet sayesinde fıtratını korumak, uzaklaştığı takdirde de fıtrata dönmeye çalışmakla mükelleftir.

Fıtrat, insanın itikadı, sureti ve sîretine ilişkindir. Mesela insanın fıtratı doğruluk üzerinedir; “Çocuktan al haberi” sözünün de belirttiği üzere, çocuk fıtrat mertebesinde yalan söylemeyi bilmez; büyüdükçe âdet mertebesinde yalan söylemeyi veya diplomatik konuşmayı öğrenir. İnsan çocukken her şeyi eliyle dokunarak tanır, büyüdükçe aletlerle tanımayı öğrenir. Keza sakal, erkeğin fıtratıdır; bunu kesmek, aynen insanın parmağını kesmesi gibi fıtratı bozmaktır. Sakal, kadının fıtratı olmadığı için, patolojik olarak çıkan sakalını kesen bir kadın ancak fıtratını bozmuş sayılmaz! Âdetin fıtrata uygun olan ve olmayan, müstahsen ve müstakbeh türleri vardır. Âdetin fıtrata uygun, müstahsen olanına örf denir. Şu halde âdet ile örf kavramları arasında umum/husus ilişkisi vardır; her örf âdet, ancak her âdet örf değildir. Mesela, insanın fıtratına uygun olan, günde tek öğün yemek yemektir; üç öğün yemek, fıtrata aykırı bir âdettir. Yitik hikmet, bu fıtratı ifade eden söz ve edeplerdir.

Siz, “sünnet” kavramını da geleneksel, dinî anlam çerçevesinden çıkararak modernleşmeyle ilişkisi bakımından daha geniş bir çerçevede tanımlıyorsunuz…

Modern çağda sünnetin anlamının daralması ve ‘kayb’ olması, aslında bağlı olduğu dinin serencamından kaynaklanır. Kadim dünyada her şeyi anlamlandıran küllî bir düstur olarak dinin anlamı, modernleşme ve sekülerleşmeyle daraldı, din, yeryüzünden gökyüzüne, kamusaldan özel alana sürüldü. Sonuçta “din ve ahlak, din ve siyaset, din ve iktisat” gibi tabirlerin belirttiği üzere, ahlak, siyaset, iktisat gibi beşerî tecrübe alanları dinden ayrıldı. Hâlbuki kadim dünyada dinin=sünnetin dışında kalan bir şey yoktur. Din, peygamberin sünnet denen pratiğinde ete-kemiğe büründüğü için sünnet bizzat dindir. Dolayısıyla dinin bu modern anlam daralmasından sünnet de payını almış, seküler din/âdet ayırımı sünnet anlayışını da etkilemiş, sekülerleşme sürecinde dinin parçalanması, sünnetin de parçalanmasına yol açmıştır.

Sünnetten uzaklaşma olarak modernleşme süreci, Türkiye’de nasıl bir serüven izledi?

Öncelikle analiz araçları olarak “din/diyanet” kavramları arasında bir ayırım yapmalıyız. Dinin özel adı şeriat, diyanetin ise sünnet ve âdettir. Nebevî diyanet tarzı olarak sünnet, bizim için dindir; dolayısıyla buradan sünnetten kasıt, sünniyet, yani sünnete uymaktır. Diyanet tarzındaki sünnet/âdet ayırımı, şehir/köy ayırımından kaynaklanır; din, köyde âdet, şehirde sünnet olarak yaşanır. Türkiye’de modernleşme süreci, şeriat, sünnet ve âdet olarak üç boyutunda da dinin aleyhine işlemiştir. Türk İnkılabı’nın ana ilkelerinden laiklikle şeriat resmen yürürlükten kaldırılmıştır. Diğer taraftan 1960’lı yıllarda başlayan sanayileşme ve köylerden kentlere göç sonucunda Müslümanlar, bir taraftan âdet, diğer taraftan sünnet olarak dindarlık kalıbından mahrum kalmışlar, kaçınılmaz olarak bid’atin kucağına düşmüşlerdir. Bu bakımdan mesela faizin serbest bırakılması ile yerde yemeden masada yemeye geçiş, modernleşmenin iki ucu olarak görülebilir. Sünnetten uzaklaşma olarak modernleşme süreci, 1980’den sonra giderek hızlanmıştır.

Diğer İslam dünyasında neler oldu?

Arap dünyasında ise bizdeki gibi şeriatın resmen ilga edildiği bir siyasî modernleşme süreci yaşanmadığı gibi, içtimaî modernleşme sünnetin aleyhine işlerken âdet olarak dindarlık nisbeten hayatiyetini korumuştur. Mesela Mısır gibi Arap ülkelerinde ateist geçinenlerin bile namaz kıldığını, zahiren Müslüman gibi yaşadığını görebilirsiniz. Yani burada geleneksel âdet olarak Müslümanlık, modern kültürel Müslümanlığa dönüşmüştür. İslâm dünyasında mesela Pakistanlı, Malezyalı, Suriyeli bir siyasetçi veya tıp profesörü bile bir topluluğa hitabına besmele, hamdele, salvele ve selamla başlarken İslâm’ın bu temel âdâbına riayeti bizde ilahiyatçılarda bile göremezsiniz. Türkiyeli bir Müslüman konuşmacı, bir topluluğa hitabında Arapça selam vermekten bile çekinir. Sonuç itibariyle Türkiye’nin İslâm dünyasının dinden=sünnetten en uzaklaşmış, yozlaşmış ülkesi olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Yeri geldi mi böbürlenmeyi severiz, “Türkiye, dünyada İslâm’ın en iyi yaşandığı ülkedir” diye; ancak realiteye bakılınca görülür ki bu, içi boş bir böbürlenmeden ibarettir. Maalesef sünnetle birlikte dinin özünü, ruhunu tamamen kayb etmiş durumdayız. Bugünkü Müslümanlığımız kuru, sathî bir dindarlıktan ibarettir. Hal-i hazırda Türkiye’nin İslâm dünyasında herkesin ümit bağladığı siyasî konumuyla yozlaşmanın dibini bulduğu manevî konumu arasında ne yaman bir çelişki var!

Durum o kadar karamsar mı hocam?

Maalesef. Bu tespit, başka örnekler ve ülkelerle mukayeselerle teyit edilebilir. Başka ülkelerden kastım Osmanlı bakiyesi Balkan ülkeleri, örnekten kastım da sakaldır. Bizim bizzat bıraktıktan sonra sakal sünneti üzerinde durmamızı abartı bularak yadırgayanlar var. Hâlbuki araştıranlar, bu husustaki dikkatin hiç de abartı olmadığını keşf ederler. İslâm tarihinde Kadı Iyaz gibi birkaç âlim dışında belli başlı hiçbir âlim sakal kesmeyi caiz görmemiş, hepsi haram görmüştür. Arapçada “Itlak kemali ifade eder” veya “Mutlak zikir kemaline masrûftur” diye bir kaide vardır. Bu kaideye göre mutlak olarak kullanıldığında sakaldan kasıt, çene altından bir tutam uzunluğundaki sünnet sakalıdır. Hanefî mezhebinde “Hâtimetü’l-müctehidîn” sayılan İbnü’l-Hümâm, “Kadınlaşmış erkeklerin ve bazı Mağribîlerin yaptığı gibi, sakalın bir kabzadan az bırakılmasını kimse mübah görmemiştir” diyerek, değil kökten kesilmesi, sakalın çene altından bir tutamdan kısa bırakılmasının bile haram olduğunu beyan etmiştir. Şu halde sünnet miktarından kısa olana “sakal” değil, belki “kirli sakal” denir. Bu yüzden İslâmî ve belki de bütün kadim gelenekte sakalsız kişinin şahitliği kabul edilmezdi.

‘Sakalımız yok ki sözümüz dinlensin’ denir biz de…

Bizde espri sanılan “Sakalımız yok ki sözümüz dinlensin” sözünün asıl mânâsı budur işte; sakalsızın şahitliğinin reddi. Çünkü sakal, erkeği kadından, dahası “Müşriklere muhalefet edin, sakalınızı salın, bıyığınızı kısaltın” hadis-i şerifinden dolayı mü’mini kâfirden ayıran fıtratın sembolü olarak görülmüştür. Sakal bırakan birine “Sakal sana yakışmış” demek, “Burnun sana yakışmış” demek gibi bir şeydir! Millî Görüş siyasetçilerinden merhum Fehim Adak’a sakallı olduğu için Anadolu’daki köylüler “erkek bakan” derlermiş. “Suret-i haktan görünmek” tabirinin de belirttiği üzere, insanın suratı, kimliğidir. Siz sadece fotoğrafını gördüğünüz bir kişinin ne derece sünnete uygun inandığını ve yaşadığını bilemezsiniz, ancak eğer sakallıysa sünnete bağlı olduğunu anlarsınız. Bilindiği gibi uzun süre komünizmle yönetilen Arnavutluk, Bosna, Bulgaristan gibi Osmanlı bakıyesi Balkan ülkelerinde hocalar dâhil hiç kimse ne bıyık, ne sakal bırakır. Bizde de durum farklı değildir. Bugün ülkemizin bırakın halkında, âlimi, hocası, şeyhinde bile sünnet sakalını bulmak imkânsız gibidir. Artık Mehmed Zahid Kotku gibi görüldüğünde insana Allah’ı hatırlatan nebevî surette bir hocamız var mı? Geleneğimizde selam bile verilmeyen, şahitliği bile kabul edilmeyen sakalsız kişilere hocaefendi payesinin yakıştırılmasının milletimizi hangi noktaya getirdiğini hepimiz acı bir şekilde gördük. Demek ki Osmanlı bakıyesi Balkan ülkelerinde komünizm, Türkiye’de kemalizm silindiri din üzerinden geçmiş, sünneti ezmiştir.

Bu konudaki hamiyetinizden dolayı size “Muhyi’s-Sünne” diyenler var.

Bu, hoş olsa da, benim kaldıramayacağım kadar ağır bir misyonu ifade eden, asıl Ahmed Ziyaeddin Gümüşhânevî ve Mahmud Ustaosmanoğlu gibi çağdaş mürşidlere yakışan bir lakaptır. Mahmud Efendi olmasa, sakal, sarık gibi Müslümanlığın şiarı sayılan sünnetler belki tarihe karışmış olacaktı. Bizim misyonumuz, sünneti ihyâ hareketinden ziyade sünnetin ihyâsını ümmetin davası haline getirmektir. Bugün İslâm ümmetinin dâreyn saadetinin ve bekasının yegâne yolu olan sünnet, bin yıldır görmediği kadar büyük bir tehdit altında ve sünnetin ihyâsını yürekten dert edinenin yok denecek kadar az olduğunu görmek yüreğimizi burkuyor. Ancak “Hak talebi garipliktir” hadisince elhamdülillâh biz bu yola baş koymuşuz; Allah’ın inayeti ve tevfikiyle tek başıma da olsa bu yolda son nefesime kadar mücadele edeceğim.

Bu konuda hassasiyetini bildiğimiz pek çok cemaat var.

Bugün İskenderpaşa başta olmak üzere ehl-i sünnet cemaatler, kendi çaplarında sünneti yaşatma mücadelesi veriyorlar, ancak Necip Fazıl gibi hepsini toplayabilecek karizmatik bir kanaat önderi olmadığı için bu konuda genel bir şuur, cephe oluşturulamıyor. Akademik olarak sünnet ile uğraşan ilahiyatçılara bakıyoruz, sünnetin aslî küllî mânâsını keşiften çok uzaklar. Sünnet denince hıtânın (erkeklik işlemini) anlaşıldığı bir toplum haline geldik maalesef! Sünnet şuurundaki bu zaaf ise sünneti inkâr dalgasının ilahiyattan topluma yayılmasına yol açıyor. Sünnet uğruna mücadele edenlerin en çok ilahiyatçılarla karşı karşıya gelmesi, ibretlik. Sorsanız fiilen sünnetin altını oyan ilahiyatçılardan hiçbiri ehl-i bid’at olmayı kabul etmez, hepsi “Biz de ehl-i sünnetiz” derler; ama konuştuğunuzda neredeyse bütün sünnetleri inkâr ettiklerini görürsünüz. Bunlara göre sakal, nebevî sünnet değil, Ebu Cehil’de de olan bir âdettir; sakal ve misvak, modası geçmiş âdet sünnetidir, bir kültürdür, misvak yerine daha hijyenik fırçalar çıkmıştır. Böylece sünnetin âdet=kültür olarak telakkisi, seküler kültürü benimsemeyi mümkün kılar. Sünnet eğer geçmiş kültürse pekâlâ modern kültürle ikame edilebilir. Genelde eski agnostik ve sosyalistler “kültür Müslümanı” olarak bilinirdi; şimdi asıl “Kur’ân Müslümanı” geçinen, sünneti inkâr eden ilahiyatçılar “kültür Müslümanı” haline geldi. Hâlbuki bizzat din olarak sünnet bir bütündür, âdet alanında edep olarak sünneti tanımayanların din alanında hüküm olarak sünneti inkâr etmeleri de kaçınılmazdır. “Misvak diye bir odun sokuyorlar ağızlarına” diye sünneti tahkir eden ölmüş ilahiyatçının daha sonra açıkça deizme kayması, bunun en çarpıcı örneğidir.