Beklediğin Nuh, gözükmüyor Tufan!

Bu nedir? Geç kalıştır, çıkış bulamamaktır yanık yalnızlığına.
Bu nedir? Geç kalıştır, çıkış bulamamaktır yanık yalnızlığına.

Hadi Anlat Tufan. Sen ki, hem Tanita Tikaram’ı dinlersin hem Avni Anıl’ı. Bu, elbet bir şeydir. Hani diyor ya şarkıda “more than twist in my sobriety.” Bu sözler İzmir’in imbatında yayılan Avni Anıl’ın ilk başta inişsiz ve çıkışsız sanılan notalarda düz yol alışı ile benzerlik mi gösteriyor ne? Evet, sen ey ayıklığında başı dönen zanaatkâr! O adımı atma.

Yarı açık kapıdan içeri hızlı adımlarıyla biri giriyor. Sus be oğlum, diyor. Sus bir. Bak yine ağlattın kadıncağızı. Şöyle bir soluklanıyor Caz Ref’et. Cerrahpaşa Tıp Fakültesi psikiyatri kliniğinin önünde bir hemşire ve bir intörn (ne demekse) mavi mantolu bir kadını teskin etmeye çalışarak kapının önüne çıkarıyorlar. Ne evlatlığı, diye fısıldıyor kadın. Oğlum o benim.

Geç kalıştır, çıkış bulamamaktır yanık yalnızlığına. Beklediğin “Nuh” gözükmüyor Tufan. Bilemedin Tufan, yanıldın işte. Yanıldın.

Mavi beyaz çizgili pijamaları içinde kaybolmuş gibi duran Ref’et susmaya hiç niyetli değil. Koğuşta kim var kim yok merakıyla kaldırıyor başını. Esmer. Elli beş kilo var yok. Kırkı yeni çıkmış sanki. Tam tevellütünü kendi de bilmiyor. Bildiği, çiğin pişmiş olandan önce olduğu. Birinden okumuştu bunu.

Konuşması sürüyor. Yeni gelen kişiyi yanındaki sandalyeye oturtuyor. Önündeki masaya dirseklerini dayayarak söylüyor söyleyeceğini. Şöyle:

Ama siz isterseniz Tufan’ın gitarının sesine kulak verin. Yayvan ve yanık seslerin jön-prömiyerini izleyin. Yakışıklı arkadaşım benim. Kızlar bayılıyor kumral saçlarını arkaya atarken gönderdiği kılıç balığı bakışına. Anlamıyorlar tabii. Bu balık gibi adamın hayata kılçık atan ve başka da bir şey yapamayan güftesiz bestekâr sahtekârlığında sakladığı, büyük acıyor, acı sürüyor. Sahneden inmek istemiyor, isyan ediyor hep sahnenin dışında kalışına. Bu nedir?

Geç kalıştır, çıkış bulamamaktır yanık yalnızlığına. Beklediğin “Nuh” gözükmüyor Tufan. Bilemedin Tufan, yanıldın işte. Yanıldın, kapıldın o dişil körfezin çağrısındaki ışıltılı parıltılı seslenişe. Bir konçerto ile kandırsaydın beni. Bırakmasaydın bu hızlı, bu delişmen vuruşlarla dahi çıkamayacağım boşluğun müziksiz karanlığına. Siyah ve beyaz. Üstümden bir kamyon kaldırılmış, altından çıkan ezik bedenimle, o fizik acı ve açıyla konuşuyorum sanki ben.

Beklediğin “Nuh” gözükmüyor Tufan.
Beklediğin “Nuh” gözükmüyor Tufan.

Hadi Anlat Tufan. Sen ki, hem Tanita Tikaram’ı dinlersin hem Avni Anıl’ı. Bu, elbet bir şeydir. Hani diyor ya şarkıda “more than twist in my sobriety.” Bu sözler İzmir’in imbatında yayılan Avni Anıl’ın ilk başta inişsiz ve çıkışsız sanılan notalarda düz yol alışı ile benzerlik mi gösteriyor ne? Evet, sen ey ayıklığında başı dönen zanaatkâr! O adımı atma. Yetin yeteneğin alkol tedavisi ile. Senin iskeletin ağrıyor Tufan. Kasların, şehvetin… Ruha dokunan söz nasıl çıksın senden. Bak, Şermin bile daha çok kanıyor senden. Senin kanayan yanın ise başın, çok ağrıdığında kanayan burnun. O kadar. Şöyle bir yumruk indirebilseydim burnuna, ne gülerdi buna değil mi, hayatını çengelli iğnenin iki kumaşı birbirine eklemesi gibi senin hayatına iliştiren Şermin. İliştirme dedim, dikkat et. Beynimin sol lobu matematiğin bütün kurallarını yakıp Nirvana’ya ulaşacak. Yanacak elektrotlar aracılığıyla. Yangın bir elektrik iletimiyle son bulacak. Paradoksa bak!

  • “Doktor Celal geliyor.” diyor Tufan. “Hadi Ref’et seslenişi duyuluyor.” Oturduğu yerden kalkarken “Celallenme.” diyor gülümseyerek. “Yanacak olan benim.”

***

1985 yılının Aralık ayı mevsim normallerinde devam ediyor. Normal insanların büyük çoğunluğu, normal hayatlarını sürdürüyorlar. Anormallerin bir kısmı içeride tutuluyor. Bir de tutulamayanlar var. Fren tutmayanlar.

Ah pena tufan

Tamam. Kabul. Her gün açacağız dükkânı. Şermin söz aldı. Dükkân dükkân işte. Dişci dükkânı. Tabelasında kocaman “Diş Hekimi Tayfun Tufan Aslan” yazan bir muayenehane. Açılacak. Çare yok. Tufan Aslan açacak. Aslanlık kim ben kim…

Neyse… Çevre geniş hanım mis kokulu bir elma gibi. Halis Amasya elması. Yedi göbek halis İstanbulluyuz diyorlar ya, üç kuşak öncesi Amasya eşrafından Halis Efendi.Şermin Hanım… Haminnem diliyle ince kabuklu elma dilimi. Golden golden. E saat dokuzu geçiyor. Gelen giden yok. Açsam mı dolabı. Oturduğu koltuktan kalkıp pencereye yöneliyor. Kadıköy Postanesinin arka sokağı yeni yeni hareketlenmiş. Koltuğa geri dönüyor. Tut kendini diyor içinden… Bir yudumdan bir şey olmaz. Hani şöyle damarlarımda akan kanı alevlendiriyor beni bir aslana döndürüyor ya. Ya da bir kaplan.

Ne dediydi o Karaoğlan? Kendini kaplan sanan kedi imişim ben. Kitap ismi imiş. Ah Şermin. Ne kadar incesin. Kadıköy’ün Fener’in güzelisin.

Soğuk. İyi. Nane likörü ile idare edelim. Bayram da değil ama. Bir de çikolata. Burjuva âdetini seveyim. Ref’et olsa ana avrat küfrederdi. Ne diyor bana? Canım lümpenim benim. Lümpen mümpen. Şimdi bir müşteri girse içeri. Kız da gelmedi. Yoksa ben mi erkenciyim? Ha bir tıkırtı. Geliyor. Nefise… “Doktor bey geç kaldım. Bakın bunlar… Dünden liste.” İki kişi mi kız? “Bir dolgu bir kaplama.”Ref’et gelseydi şimdi. Erkal da olur ya. O zaman Erol olur. Şaka. Erkal Ateş. Gözlerime bakmadan konuşuyor. Yok sayıyor beni. Ateş de değil. Yanık. Bir şey var da yaşanmış ölünmüş anlatmıyor. Ne var yani? İki söz yazacaksın şu melodiye... Tamam. E kızım nasıl denizde dalga? “Karşı sakindi”, diyor saf saf. Bu ayak sesleri. Zil. Şükür Ref’et. Bir kucaklaşma. Bir daha. İki kucaklaşmadan bir Türkiye çıkar diyor Ref’et. Bu akşam elli beşteyiz.