Beyoğlu kovboyu âşık olduğunda mümkün değil Amerika

​Beyoğlu kovboyu
​Beyoğlu kovboyu

Elinde doksan dokuzluk tespih, “Ya Şafi” çeker ama yüreğindeki acı katlanılmaz olunca gideriçerdi. Sokakları birbirine katar, gecenin en onulmaz vaktinde mahalleyi ayağa kaldırırve “Seviyorum ulan!” narasını atmadan eve girmezdi. Nara atan son adamdı. Balat bıkmıştı,Hakan abi de bıkmıştı.

Bacaklarını iki yana açıp ayaklarını sağa sola sallayarak yürüyen, adım atarken aynı zamanda omuzunu bir yana düşürebilen insanların sonuncusu olabilirdi. Kabadayı desen değil, entelektüel desen hiç değil. Ama ikisi de vardı.

İç Anadolu delikanlılığıyla İstanbul beyefendiliği arasında sıkışmış bir hayat. Şairin deyimiyle o, “iki doğunun ve iki batının en hızlı ah çeken haydutuydu.” Hangi yazarı sorsan kitaplarını sayar, cemaziyülevvelini bilirdi. Beyoğlu’nda heder olup giden tüm hayatların bir numaralı tanığıydı.

İstanbul’a okumaya gelip soluğu Beyoğlu’ndaki barlarda, kafelerde alan gençlerle konuşurken hep aynı nasihati verirdi: “Beyoğlu olum burası, kaybeder adamı.” Yoldan sapmasınlar diye beyefendiliği elden bırakmamalarını tembih eder ama bulduğu her fırsatta kavga çıkarırdı. Ne zaman belaya bulaşmaktan uzak durmanın lafını etse karakolluk olurdu. Ne beyefendiydi ne de kabadayı. Ama ikisi de vardı.

İstanbul’a okumaya gelip soluğu Beyoğlu’ndaki barlarda, kafelerde alan gençlerle konuşurken hep aynı nasihati verirdi: “Beyoğlu olum burası, kaybeder adamı.”

Elinde doksan dokuzluk tespih, “Ya Şafi” çeker ama yüreğindeki acı katlanılmaz olunca gider içerdi. Sokakları birbirine katar, gecenin en onulmaz vaktinde mahalleyi ayağa kaldırır ve “Seviyorum ulan!” narasını atmadan eve girmezdi. Nara atan son adamdı. Balat bıkmıştı, Hakan abi de bıkmıştı.

Böyle böyle panik atak oldu ve hap kullanmaya başladı. Düzenli bir hayatı vardı aslında. Eğitimini yarım bıraktıktan sonraki on beş yılını Beyoğlu’nda bir çaycıda oturarak geçirdi. Halen de öyle. İkindi vaktine doğru uykudan uyanıp İstiklal’i baştan aşağı salına salına yürür, esnafla şakalaşır, çaycıdaki yerini alırdı.

Nasıl tanıştık hatırlamıyorum; tanıştığımızda aşıktı. Kırk yaşında aşık olmayı, “hayatın ölmeden önceki son sevimli öpücüğü” olarak tanımlıyordu. Sorun şu ki aşık olduğu kız üç yıl önce Amerika’ya gitmişti. Telefonla görüşüyorlardı, kızın pek gönlü yoktu. Ya da bize anlatmadığı bir hata yapmıştı da bir türlü düzeltemiyordu. Borç topluyor, İngilizce bilen öğrencilere internetten Amerika’da çiçekçi bulduruyor, doğru olup olmadığını bilmediği bir adrese muntazaman çiçek göndertiyordu.

“Hiç Amerika’ya gitmedim ama sokak sokak bilirim oraları” deyişinden olayın vahameti anlaşılıyordu elbet. Yine bir gün karşılaştığımızda çaycıda bir köşeye çekilmiş, elinde tespihiyle “Ya Şafi” çekiyordu. “Hayırdır, mutsuzsun yine” diye takıldım biraz. Döküldü hemen. “Biraz abarttım galiba” dedi bezgince. Kız artık mesajlarına cevap vermeyince geçen akşam kafası demli, geç bir vakitte telefon edip küfür kıyamet, ağzına ne geldiyse saymış. Pişman olmuş olmasına ama kız artık telefonunu engellemiş, ulaşabileceği bütün yolları kapatmış. “Bıktırmışsın” dedim meseleyi anlattıktan sonra. “Onu bunu boş ver şimdi, benim Amerika’ya gitmem lazım.”

İstiklal’i baştan aşağı salına salına yürür, esnafla şakalaşır, çaycıdaki yerini alırdı.
İstiklal’i baştan aşağı salına salına yürür, esnafla şakalaşır, çaycıdaki yerini alırdı.

Amerika’ya gitmek konusunda geri dönüşü olmayan bir karara vardığını, üç beş gün sonra anladım. Paravan bir şirket kurup kendine sigorta yapmaya, eşinin dostunun arabasını, tapularını üzerine almaya ve banka hesabı kabarık görünsün diye borç toplamaya başladığında ok yaydan çıkmıştı bile. Aylar böyle birbirini kovaladı.

  • Bir gün beni aradı ve “Pilot tanıdığın var mı?” diye sordu. “Hayırdır abi ne pilotu?” dedim. “Amerika’ya giderken uçakta kızı arayıp sürpriz yapmam lazım. Hatta kızı pilota aratıp bana bağlatacağım, düşünsene yaşayacağı şoku.”

Düşündüm ama anlayabildiğim sadece durumun iflah olmaz bir boyuta ulaştığıydı. Zor bela aylar sonra bütün hazırlıklarını tamamlayıp vize başvurusu için gün aldı. On gün sonraki başvuru günü gelene kadar her gün “Ya Şafi” çekip dua etti, içkiyi bırakıp namaza başladı. Büyük buluşmaya hem maddi, hem manevi olarak hazırlandı.

Kaderin cilvesi, gavurun kuşkusu tüm planlarını alt üst etti. Başvuru günü Amerika konsolosluğuna silahlı saldırı oldu. Hakan abi bunun bir sabır imtihanı olduğunu düşündü. Yılmadı, beş gün sonra yeniden randevu aldı. Kaderi yine gülmedi, o gün de DEAŞ İstanbul’da bombalı saldırı yaptı, konsolosluklar bir süreliğine işlem yapmama kararı aldı ve hatta Türkiye’de yaşayan vatandaşlarını “kalabalık yerlerde bulunmamaları” konusunda uyardı.

Çaycıda otururken, “Olum böyle giderse savaş çıkacak. Bir vize uğruna memleketi ateşe atamam” dedi ciddi bir yüz ifadesiyle. “Ne alakası var abi?” dedim, ama ciddiyetini bozmadı. Belli ki lanetli olduğunu düşünüyordu. O dönem hap sayısını artırmak dışında elinden hiçbir şey gelmedi.

Bir gün üst üste telefonum çaldı, açma niyetinde değildim ama ısrarla aramaya devam edince açtım. “Sen Arapça biliyorsun. Yanımda iki Suriyeli var. Gel bir yardım et abine” deyince, kıramadım. Deniz yoluyla Amerika’ya kaçak gitmenin yollarını aradığını da o zaman öğrendim. “Abi gemiyle bir konteyner içerisinde çekilmez o yol. Kaldı ki yakalanıp yakalanmayacağın konusunda bir garanti bile yok” diye zorla böyle saçma bir işe girmesinin önüne geçtim.

Bir süre sonra konsolosluk arayıp görüşmeye çağırdı. Sevinçten çaycıdaki herkesi öptü.

Ama ne çare, bu defa da Amerika bizzat olaya taş koymuş. Gişedeki memur, “Değerlendirme yaptık şimdilik vize vermiyoruz ama durumunu iyileştirdiğinde tekrar dene” demiş. Bunun tek açıklaması vardı: “Senin Amerika’ya gidince, geriye dönüp dönmeyeceğin konusunda pek emin değiliz. Bizi döneceğine ikna et!”

Profesyonel destek almasını önerdim. Parası iyiden iyiye tükense de ne yapıp edip bir turizm şirketine başvurdu. Adamlar profesyoneldi. Önce Avrupa’ya gitmesi, sürekli gezen bir tatil meraklısı imajı çizmesi gerektiğini tavsiye ettiler. Neyse ki Schengen vizesini alması o kadar zor olmadı. Fransa’ya gitti. Ardından Almanya’ya, ardından Yunanistan’a... Bir süre Avrupa’yı dolaştı.

Nasıl tanıştık hatırlamıyorum; tanıştığımızda aşıktı.
Nasıl tanıştık hatırlamıyorum; tanıştığımızda aşıktı.

Zaman geçiyor, aşka dair ümitleri gün geçtikçe tükeniyordu. Yine bir Avrupa ülkesinden geldiği Cuma akşamı buluştuğumuzda, “Kim bilir, beni unutmuştur bile. Amerika’ya gidince aşk da mümkün olmazsa ne yaparım ben?” diye dertlendi. Derdi katlandığında, karşı masada bize bakıp duran bir adama sataştı, zor bela sakinleştirip eve yolladım.

Aylar sonra yeni bir başvuru yaptı. On beş gün sonrasına gün verdiler. Daha ilk günden gidip tıraş oldu. Takım elbise aldı. Çay kolonyasını çantasından ayırmadı. Ne kirli sakala tahammülü vardı artık ne de derbederliğe.

Arkası bize dönük bir kız başını geriye çevirdi ve hemen tanıyıp ayağa kalktı. Gülerek yanımıza geldi. Hakan abi sanıyorum beş dakika ne diyeceğini, nasıl hareket edeceğini bilemedi.

Sıcak bir Pazar günüydü, Beyoğlu’nda bir kafede buluştuk. Hesabını kabarık göstermek için kimden ne kadar alabilir baktık ve isimleri tek tek yazdık. Konsolosluğa girdiğinde nasıl bir tavır sergilemesi üzerine bir şeyler anlatıyordum ki beni dinlemediğini fark ettim. Donup kalmıştı. Karşı masaya bakıyordu. Emin olmak için “Hale” diye bağırdı. Arkası bize dönük bir kız başını geriye çevirdi ve hemen tanıyıp ayağa kalktı. Gülerek yanımıza geldi. Hakan abi sanıyorum beş dakika ne diyeceğini, nasıl hareket edeceğini bilemedi.

“Üç yılda çok değişmişsin Hakan, iyice zayıflamışsın” dedi kız. Neşeli biriydi. Siyah lüle lüle saçları ve iri gözleri dikkat çekiyordu. Hakan abinin Amerika ayağına gelmişti anlaşılan. Toparladı kendini, “Sen hiç değişmemişsin. Tanıdığım ilk gündeki gibi güzelsin.” dedi gülümseyerek.

İçimi garip bir mutluluk sardı. Bu kadar emek boşa gitmemişti.

Kız birden “Bir saniye” diyerek kalktı ve karşı masaya gitti. Hakan abi arkasından o kadar güzel bakıyordu ki bu bakışlar dalgalı bir okyanusu durgunlaştırabilir, buruk bir yüreği anında tamir edebilirdi. Ama öyle olmadı, kız masadan bir çocukla döndü, “Tanıştırayım, bu eşim Mert. Amerika’da tanıştık ve evlendik” dedi.

Hakan abi beyefendiliğini bozmadı. Başıyla selamladı adamı. Kız, ortamın soğuduğunu fark edip oğlanın koluna girdi, birlikte arkadaşlarının yanına döndüler. Eli titriyordu ama gıkı çıkmadı Hakan abinin. Önce önündeki not defterine baktı ardından da bana. Büyük bir yüzleşmeydi yaşadığı.. Omuzuna dokundum, yükü öyle ağırdı ki elimi hissetmedi bile.

Hakan abi Beyoğlu’na bir daha adımını hiç atmadı. Bir daha onu göremedim. Görebilsem omuzuna elimi bir kere daha koyacak ve Amerika’da tanıştığı Mertlerle evlenen Halelere sinkaflı bir küfür savurup yeryüzünün bütün Hakanları adına şöyle diyecektim:

“Boşver abi, kimse bir daha ona senin gibi güzel bakmayacak."