Binbaşının kolundaki gazete ve duayen darbeciler

Medya ilk defa 15 Temmuz'dan sonra sivilleşmenin gücünü hissetti ve bu gücü kamuoyuna hissettirdi.
Medya ilk defa 15 Temmuz'dan sonra sivilleşmenin gücünü hissetti ve bu gücü kamuoyuna hissettirdi.

Binbaşı okula geldiği için miydi bilmiyorum, beylik silahını beline takmazdı. Ama koltuk altına sıkıştırdığı günlük gazetesini silah gibi taşırdı. Derste okuduğunu hiç görmedim. O gazete hep Hürriyet'ti. Hiç değişmedi.

Lise yıllarımdan kalan, okulumuzun koridorlarında yaşanmış, gözümün önünden gitmeyen ve ömrüm boyunca hiç gitmeyecek bir sahne var. Okula sadece perşembeleri gelen bir binbaşımız vardı. "Binbaşımız" diyorum çünkü kendisine öğretmenim ya da hocam değil de "komutanım" dedirtirdi. Ciple gelirdi. Tek günde Milli Güvenlik Bilgisi dersini sırasıyla tüm10'uncu sınıflara anlatırdı. Biri şoförü diğeri postası, iki asker saatlerce okulun önünde binbaşıyı beklerdi.

Bu arada Milli Güvenlikçi geldiği gün okulda matematik dersi olmazdı. Olmazdı çünkü matematik hocamız okula gelemezdi. Gelemezdi çünkü başörtülüydü. 28 Şubat'ın tam ortasındaydık ve derslere başörtülü girebilen tek öğretmenimizdi. Okula geldiği günlerde öğretmenler odasında değil de en üst kattaki rehberlik servisinde otururdu. Bir keresinde onu o odada ağlarken görmüş ve hızla geri çıkmıştım. Ağladığını gördüğümü görmemiştir inşallah diye içimden sayıklarken beni bulup "kimse bilmesin ne olur" demişti. O sözü tuttum. Üzerinden 20yıl geçti ve şimdi ilk defa anlatıyorum. 28 Şubat bu, çeker bir köşeye için için ağlatırdı.

Gözümün önünden gitmeyen sahneye gelirsek...

Binbaşı, omuzunda bir yıldız ve çelenk apoletli üniforması ile topuklarını vura vura yürürdü okulun koridorlarında. Tak tuk, tak tuk! Koltuk altında mutlaka bir gazete olurdu. Okula geldiği için miydi bilmiyorum, beylik silahını beline takmazdı. Ama gazete takardı. Koltuk altına sıkıştırdığı günlük gazetesini silah gibi taşırdı. Derste okuduğunu hiç görmedim. Boru şekil katlı hâlde masaya koyar, çıkarken yine koltuğunun altına sıkıştırırdı. O gazete hep Hürriyet'ti. Hiç değişmedi. Binbaşının kürek kemiği hizasından görünürdü logosu. Manşetlerini, başlıklarını kol altından taşan harflerden tahmin etmeye çalıştım mı hatırlamıyorum ama mutlaka meraklanmışımdır. Hürriyet'in manşetlerinde ne vardı sahi? Binbaşı, İstanbul İmam Hatip'in koridorlarını uygun adım döverken Hürriyet ne yazıyordu? Binbaşı neden silah değil de Hürriyet taşıyordu?

Bu soruların yanıtını yıllar sonra bir haber için arşiv taraması yaparken buldum. 28 Şubat döneminin gazete manşetlerini tek tek taradım. Spotlarına, ara başlıklarına kadar okudum. Ülkenin başbakanına fotoğraf altı metinde dahi giydirirken, liseye giden bir çocuğa, arkadaşlarıma, ablalarıma, matematik hocama, anneme, cami cemaatine, Refah Partisi'ne oy veren sakallı ve sakalsızlara ve "Erbakan" diyen herkese nasıl düşman kesildiklerini dönüp dönüp okudum. Bizim Milli Güvenlikçi binbaşının kamuflajına kamuflaj yapan Hürriyet, 12 Haziran1997 günü "Gerekirse Silah Bile Kullanırız" manşetini atmış mesela. Darbecilere selam, seçilmiş başbakana sopa, onu seçenlere ayar, binbaşıya tam şarjör silah. Dünyada böyle bir silah yok. Olmadı.

Bu hep böyleydi aslında. Darbe yanlısı gazetelerin manşetleri, askerin belindeki silah, yürütülen tanklara palet, Demokratları evlerinden toplayan cemsenin kasası oldu. Bu ülkede medya her dönem darbeciydi. Gazeteler,28 Şubat'ta ayarı biraz fazla kaçırmıştı sadece. 27 Mayıs'ta, demokrasiye el koyanlara "emredersin paşam" diyenler özgür, tarafsız, vicdanlı gazetecilerdi! Başbakan asılırken gıkını çıkarmayanlar da cansız bedeni daha darağacından indirilmeden arkasından galebe çalanlar da gazeteciydi.12 Eylül'de cunta yönetimi yarınki manşetleri tek tek kontrol ederken de "emredersin paşam" gazeteciliği yapmışlardı. 28 Şubat'ta ise ‘duayen darbeci' olmuşlardı artık. Askere zahmet verdirmediler. “Bu defa işi silahsız kuvvetler hâlletsin” talimatını manşetten duyurmuşlardı. (26 Aralık1996, Hürriyet) Bizim binbaşı sevinçten şarjör şarjör Hürriyet boşaltmış mıydı acaba?

Türkiye'de medya darbelerden, darbeciler de gazeteci dostlarından güç buldu her daim. Birbirlerini çok iyi kolladılar. Çok güzel beslediler. İhtilali asker, meşruiyetini gazeteler yaptı. 27 Mayıs, 12 Mart, 12 Eylül, 28 Şubat, 27 Nisan hatta 17-25 Aralık girişimleri dahil. Ta ki 15 Temmuz'a kadar bu böyle devam etti. Türkiye'de medya ilk defa 15 Temmuz'dan sonra sivilleşmenin gücünü hissetti ve bu gücü kamuoyuna hissettirdi.

Peki ya duayen darbeciler? Onlara ne oldu? Mesleklerini yine layıkıyla yapıyorlar. Basın özgürlüğü söylemini kimselere kaptırmıyorlar mesela. Askerin gölgesinde gazete çıkaran patronları, “Bu sefer hizaya çekemedik. Bunlar seçmeye ve seçilmeye devam edecekler” diyerek piyasadan çekilmiş olsa da duayen gazetecilerin işleri tıkırında. Dünün asker postası yayın yönetmenleri, kudretli köşe yazarlarıydılar. Bugünlerde İsviçre'nin, Norveç'in, ABD'nin, Almanya'nın bağrına bastığı, fonunu paylaştığı mağdur ve mağrurları oldular. Lakin hâlâ iyi gazeteci değiller. Yine kendilerine ait kalemleri yok. Türkiye'den nefret etmeye devam ediyorlar. Fakat kabul edelim yine çok güzel sivilcilik oynuyorlar. Bizim lisedeki binbaşının koltuğunun altına sıkıştırdığı Hürriyet kadar sivil, hür ve özgürler...