Bir anti-büyücü: Wittgenstein

Ludwig Wittgenstein
Ludwig Wittgenstein

Modern felsefenin hemen her disiplini ve isminde kalıcı etkiler bırakan Ludwig Wittgenstein dile ve mantığa bağlı düşünmesiyle felsefenin dil yoluyla aklımızın büyülenmesine karşı gösterilen bir çaba olduğunu hatırlatmıştır.

Neyi nasıl düşündü?

Kesinlik Üzerine adlı kitabında felsefeyi dilin büyülenmesine karşı bir mücadele olarak kavrayan Ludwig Wittgenstein’ın, dile ve mantığa dayalı düşünmesinin ilk uğrağı ise Tractatus Logico-Philosophicus sayılabilir. Bu kitabı bir tür mantık felsefesi denemesi addedebiliriz. Burada Wittgenstein’ın geliştirdiği düşünmenin dilin iyi işleyişini sağlayacak imkânın şartları hakkında olduğunu söylemek elzemdir. Böyle düşünmenin yolunu ise Wittgenstein, dilin mantıksal yapısının ne olduğu sorusunu sormakla açar. Dilin mantığının ne olduğu kadar bu mantığın doğru anlaşılmasının da tüm felsefi sorunları ortadan kaldıracağı şeklinde bir beklenti içindedir Wittgenstein. Dilin mantığını belirlemek bir yerde dilin sınırlarını da belirlemeye çalışmak anlamına gelir ve dahası var tabii.

Dilin sınırları aynı zamanda felsefenin de sınırlarıdır, yani “dünyamın”. Wittgenstein için dünya şeylerden değil, olgulardan oluşur. Söz konusu olgularsa neyin gerçekte olup olmadığını bize gösterir. Dahası “Olguların toplamı, neyin olduğu gibi olduğunu, aynı zamanda da bütün nelerin olduğu gibi olmadığını belirler.” Bir anti-büyücü: Wittgenstein’ın dil-dünya bağını bir karşılıklılık üzerinden nitelemeye uğraştığını belirtmek gerekir. Oruç Aruoba’nın Türkçe’ye “olgu bağlamları” diye çevirdiğini, henüz bir olgu olamamış, ama olguyu belirleyen bir şey olması bakımından bu kavramı “şey durumları” olarak yorumlayanlar da vardır. Hatta onlara göre Wittgenstein’ın dil-dünya bağını kurarken isnat ettiği dünya tarafındaki temel birimdir. Dil ile dünya arasında bir bağ kurar Wittgenstein, ancak bu bağ dilin dünyaya benzer bir biçimde “olgusal” olmasından kaynaklanmaz, dilin dünyanın sınırları içinde yer almasından kaynaklanır. Wittgenstein için dünyayla ilgili konuşabilmemizi sağlayan kimi mantıksal sabitler vardır, ama bunlar dil tarafından temsil edilemezlerdir. Bunu yapabilmek için mantığın dışına çıkmak gerekir ki bu zaten olanaksız bir durumdur.

Daha Birinci Dünya Savaşı esnasında Tractatus için tuttuğu notların yer aldığı Defterler’de cevabını bulmaya çalıştığı meselenin dünyanın a priori bir düzeni olup olmadığı sorusu olduğunu ifade eden Wittgenstein, bu soruya cevabı handiyse mantık ile dünyayı özdeşleştirerek vermeye çalışır. Mantık, dünyanın yansımasıdır. Bu mantığın aşkınlaştırıldığı bir kertedir. Burada da sınır çizme işler. Dilin sınırları, dünyanın sınırları ve mantığın sınırları özdeşleşir. O yüzden mantık sadece dünyada işler. Ama söylemek gerekir ki mantık dünyadan önce de değildir, onunla birlikte var olurlar. Oysa bu noktada Wittgenstein için soru gayet açıktır: “Bir dünya olmasaydı da bir mantık olacağına göre, nasıl oluyor da bir mantık var, bir dünya olduğuna göre.”

Wittgenstein bizim mantık önermeleriyle düşündüğümüzü söyler. Önerme dendiğinde kastedilen ise Bedia Akarsu’nun sözlüğüne göre “yargının sözlerle dile gelişi; doğru ya da yanlış olabilen bir anlatım”dır. Wittgenstein için bir önerme, bize bir resim sunabildiği ölçüde bir şey söyler. Resmin ögeleri, gerçekliğin nesnelerinin karşılığıdır. Oysa mantık önermeleri resim içermez. O yüzden mantık sadece gösterir, bir anlamda imler.

Wittgenstein, insanların dil yoluyla olguların resmini yaptığını söyler. Gerçekliğin bir modeli olarak resim olgu bağlamlarının olup olmadığını mantıksal bir uzamda ifade eder. Wittgensteine’a göre olgu bağlamları, nesnelerin karşılıklı biçimlenişleriyle ortaya çıkar. Ancak bu bağlamlar, nesnelerin karşılıklı biçimlenişlerine dayanmalarına rağmen, birbirlerinden bağımsızdırlar. Wittgenstein için önerme de olgunun bir resmidir ve elbette olgunun farklı resimleri olduğunu söyleyebiliriz. Wittgenstein’a kalırsa dille dünya arasında bir bağ kurmamızı sağlayan resim ile resmedilen arasındaki ortak paylaşılandır. Bu ortak yan tahmin edileceği üzere resmetme biçimidir; lakin genellikle bir resmin gerçeklikle uyuşup uyuşmamasından çok resmin resmettiği şeyi doğru ya da yanlış resmedip resmetmediği söz konusu edilebilir. Böylelikle Wittgenstein’ın Tractatus dönemi için geçerli olan anlam kavrayışı ortaya çıkar: “Resmin temsil ettiği şey resmin anlamıdır.”

Anlamın resim teorisi olarak belirtebileceğimiz bu yaklaşım uyarınca söylenebilir ile söylenemez arasındaki ayrımı belirleyen Wittgenstein böylelikle metafizik söylemlerden arınmış bir dünya inşasını dil üzerinden gerçekleştirmeye çalışır. Bu konuda Wittgenstein’ın “Tanrı kendisini dünyada açığa çıkarmaz” dediğini de hatırlatmalı.

Wittgenstein’ın ikinci dönemini oluşturduğu ifade edilen Felsefi Soruşturmaları ise “dil oyunları” deyişi ile birlikte aile benzerlikleri ve yaşam formu kavramlarını formüle ederek gramer çevresinde dil anlayışını zenginleştirmektedir. Tractatus’ta dilin nasıl işlediğine ilişkin birtakım yanlış anlamalara karşı çıkan Wittgenstein’ın Felsefi Soruşturmalar’da ise dili çevreleyen sosyal pratikler ve dilin farklı şekillerde kullanımları üzerinde durduğunu söyleyebiliriz. Elbette dilin farklı şekillerde kullanılması büsbütün kuralsız değildir; bunun da birtakım kuralları vardır; ancak Wittgenstein’a göre bu kurallar bir nevi yön gösterici levhalar gibidir; nereye gideceğimizi söylemezler belki ama oraya nasıl gidebileceğimizi onlar sayesinde öğreniriz.

Nerede düşündü?

Ludwig Wittgenstein 26 Nisan 1889’da Viyana’da Avusturyalı Yahudi fabrikatör Karl Wittgenstein ve onun eşi Leopaldine’nin sekiz çocuğundan en küçüğü olarak dünyaya geldi. Bir Yahudi olmasına karşın Katolik gelenek ve göreneklerine göre sekiz kardeşten üçünün intihar ettiğini belirtmeli. Yaşamı boyunca insan ilişkilerinde otoriter, inatçı ve şüpheci bir karakter sergileyen Wittgenstein’ın 1910’dan sonra felsefeyle tanıştığını, 1912’de Bertrabd Russell’in yanına matematik ve mantık alanında okumak üzere Cambridge Üniversitesi’ne gittiğini söyleyebiliriz.

Birinci Dünya Savaşı esnasında tuttuğu notlardan yola çıkarak 1921’de Almancada, 1922’de ise İngilizcede görülen Tractatus Logico-Philosophicus’un yanı sıra iki küçük felsefi denemesi, halk okulları için oluşturduğu bir sözlüğü ve mantıksal felsefi denemeleri o hayatta iken yayımlandı. Tractatus’un ardından 1920’lerin sonuna dek çeşitli kasaba ve köylerde öğretmen, bir manastırda bahçıvan yardımcısı, Viyana’da iç mimariyle ilgili bir kişi ve heykeltraş olarak çalışmasının ardından Cambridge’e filozof olarak geri döndü. 1951’de vefat eden Wittgenstein’ın düşüncelerini, iki dünya savaşı yaşayan Avrupa’nın karmaşık ruhsal yapısının, epey beslediğini söylemeli. Eserlerinde aradığı kesinliği bulamamasına karşın ölümünden bir gün önce kendisini ziyarete gelmek isteyenler için “Onlara harika bir hayat yaşadığımı söyleyin!” dediği mervi.

Felsefesinin bütünü hakkında “Birkaç başarısız denemeden sonra, elde ettiğim sonuçlarla başarılı olamayacağımı anladım. Felsefi alanda daha iyi yazılar yazdım. Düşüncelerimi kendi yönüne karşıt bir yöndeki düşünceye zorladığımda, düşüncelerim bu zorlamaya yenik düştü hep” dediğini de bildiğimiz Wittgenstein’ın; Frege, Russell, Moore, Moritz Schlick gibi isimlerle birlikte düşündüğünü belirtmek gerekir.

Neyi değiştirdi?

On dokuzuncu yüzyılın katı pozitivizminin gevşemeye başladığı bir dönemde felsefeye başlayan Wittgenstein düşünmesinin ilkin Frege ve Russell’in problemleri etrafında şekillenmişken devamında modern dil felsefesi, din felsefesi, zihin felsefesini etkilemiş; -Viyana Çevresi mantıksal pozitivistlerinden tutun da analitik felsefenin Quine ile öğrencisi Davidson’a varıncaya kadar birçok ismi üzerinde etkili olmuştur. Tractatus’tan etkilenen bu düşünürlerden kimi (özellikle Carnap, Schlick gibi Viyana Çevresi düşünürleri) pozitivist felsefenin geçerliliğini gösterme kaygısıyla onun anlam hakkında söylediklerinden epey ayrışan bir yörünge izleyerek bir önermeyi anlamlı kılan önermenin ilkece doğrulanabilir olması gerektiğini savlayarak anlam sorununun gerçekte bir doğruluk sorunu olduğu sonucuna ulaşmışlardır.

Felsefi Soruşturmalar’daki “dil oyunları”, “kullanım olarak dil” anlayışından etkilenen düşünürlerin başında ise elbette Austin gelmektedir. Bu kitabın etkilerini Derrida’dan Rorty’ye, Lyotard’dan Gilbert Ryle’a dek izlemek mümkündür.

Deyim yerindeyse Wittgenstein modern felsefenin hemen her disiplini ve isminde kalıcı etkiler bırakmıştır.