Bir celladı tanımak için ilk akla gelen sorular*

Bir celladı tanımak için ilk akla gelen sorular
Bir celladı tanımak için ilk akla gelen sorular

Sadece acı eşiğinden bahsetmek abes olacak, karşımızda bir anlamsızlık eşiği de var. Bu anlamsızlık, “kesin olan her şeyi göreceleştiriyor”. Mesela büyük sivil katliamlar, korkunç bir kötülüğün kesinliğine sahip olması gerekirken, “ona göre”, “duruma göre”, “dinamiklere göre”, “siyasi pozisyona göre” kesinliğini yitirip, neredeyse kabul edilebilir hale geliyor.

TÜRKİYE ÇİÇEĞİNİ KİM SOLDURDU?

İşte günü sorusu. Üzüntülü adamımız Ergin Günçe bir defasında sormuş. Ondan önce de sormuşlar. Şairler sorar zaten. Sorular ve cevaplar, bir aksiyon filminin takip sahneleri gibi hızla akıp gider. O halde hadi, bir daha soralım; Türkiye Çiçeğini kim solduruyor?

PKK. Başka?- DHKP-C. Başka? -Ulusalcılar. Başka? – Cemaat. Başka? –DAEŞ. Başka? –Sermaye Oligarşisi. Başka? Başka? Başka?

Onu hemen tanımlamak istiyoruz. Olmuyor. Olmadıkça, “öncesi ve sonrası” karşılaştırmaları imdadımıza yetişiyor. 4 yıl önce bunu yazan X şimdi şunu söylüyor. Aramızdan şeytan geçmesin diye omuzlarımızı birbirimize yapıştırdığımız Y gâvurla sarmaş dolaş. Daha dün Z’yi kıyasıya eleştiren Q bugün onun en büyük destekçisi… Bu denklem böyle gider. Değişkenlere takılıp kalıyoruz. Oysaki bakmamız gereken bu denklemdeki sabit elemanın ne olduğudur. Her şey değişirken değişmeyen nedir?

Bu lanetli matematikte değişmeyen tek şey “Gölge iktidarın kültürel hegemonyasıdır”. Para basıp piyasaya süren merkez bankası gibi, gerektiği zaman kavramlar basıp ateşimizi düşürüyor veya yükseltiyor. Bir takım insanlar gökten zembille iniveriyor, esas oğlan ve esas kız hazırlanıyor, olay örgüsü için set ortamı kuruluyor ve bir entertainment ustası ellerini çırparak oyunu başlatıyor.

Yeni kitabının tanıtımını Londra’da yapan, zincir mağazaların kasa önlerini kaplayan, Pazar eklerinin sarışınlarıyla büyük kütüphanesinde pozlar veren, televizyon dizilerine konuk, eski mankenlerin sunduğu kültür ajandalarına madde olan yazarlarelbette devrimci ve muhalif oluyor. Olsun. Onlara küçük devrimler, tatlı isyanlar verelim. Verelim de artık kültürün aynı zamanda siyasi bir mesele olduğunu da anlayalım. Siyasetin gündelik hayatından, gündelik hayatın siyasetini göremiyoruz ve yan yana gelmez dediğimiz herkesi aynı sipere yatıran komut, bu kültür ortamında test ediliyor. Acı eşiğimiz böylece ölçülüyor, refleks süremiz tespit ediliyor. Ve görünen o ki Türkiye’nin acı eşiği son derece yüksek. Reflekslerimiz de eski çevikliğinde değil.

Sadece acı eşiğinden bahsetmek abes olacak, karşımızda bir anlamsızlık eşiği de var. Bu anlamsızlık, “kesin olan her şeyi göreceleştiriyor”. Mesela büyük sivil katliamlar, korkunç bir kötülüğün kesinliğine sahip olması gerekirken, “ona göre”, “duruma göre”, “dinamiklere göre”, “siyasi pozisyona göre” kesinliğini yitirip, neredeyse kabul edilebilir hala geliyor. Esed ya da Sisi gibi canavarlarla duygusal, ekonomik, siyasi bağlar kuran insanlar kendilerini legal bir düzlemde tutuyorlar. Bu anlamsızlık, Ece Temelkuran’ın devrimci, Atilla Taş’ın köşe yazarı olduğu yerde başlıyor. O yerde roman yazmayı bırakıp, boksa başlıyor Emrah Serbes. Absürdün bir değeri vardır, bunun yok. Anlam veremediğimiz bütün bu şeyler, anlam verdiklerimizin üstünü örtüyor.

O GÜVERCİNLER KAÇ PARA?

Canetti anlatır, Japonya’da bir manastır yolunun üzerinde, Budist hacılar için güvercin satan insanlar olurmuş. Manastıra varmadan, bir güvercinin özgürlüğünü satın almak isteyen hacılar, belli bir ücret karşılığı güvercinleri kafesten kurtarıp salarlarmış. Fakat arkalarını dönüp yürümeye başladıkları an, güvercinler bir ıslık sesiyle çıktıkları kafese geri dönerlermiş. Her alış verişte aynı döngü yaşanır dururmuş. Üstelik güvercinleri satın alan hacılar de bu durumu bilir fakat yine de kendi mutlulukları için “merhamet” satın almaya devam ederlermiş. Kafesler dolusu merhamet nesneleri. Şimdilerde bu güvercinler her köşe başında satılıyor. Güç tapınağına doğru yürüyen herkes tarafından da yoğun talep görüyor. En popüler güvercinin adı “Barış”. Kültürel iktidarın kafesinde müşterisini bekler. Türkiye’nin kaosla, şiddetle terbiye(!) edilmeye çalışıldığı şu günlerde ve bugünlerin hazırlığının yapıldığı yıllarda, “Barış” isimli güvercinimiz kafesinden çıkartılıp müşterisinin avuçlarına bırakıldı. Bizler kafamızı kaldırıp onun uçuşunu seyrederken aşağıda cinayet mahalli hazırlanıyordu.

Biz Türkler, “bu iş dünyada nasıl oluyor” sorusunu sormaya meraklıyızdır. O zaman havada süzülen “demokrasi” güvercinini ve Irak’ta ölen bir milyon insanı hatırlayalım. Velhasıl, kavram ve durum arasındaki tezata öyle bir gömülüyoruz ki hem şaşkınlığımızı hem reflekslerimizi elimizden çekip alıyorlar. “Adam ağzından barış kelimesini düşürmüyor ama terör örgütünü kınamıyor, bu nasıl iş!”, “Çözüm sürecini sabote etmek için işi dizi filmlere kadar indirenler jetlerin sivilleri vurduğunu söylüyor, inanamıyorum!”, “Türkiye Türklerindir mottosuna sahip gazete, PKK’yı çevreci bir barış örgütü gibi pazarlıyor, olacak şey değil!” gibi tezatların içine itina ile yerleştirildik. Bu tezatlar kompozisyonunun gerçekleşmesini sağlayan gölge iktidar, hem her yerde hem hiçbir yerde olmanın avantajını sürüyor. Bu öyle bir iktidar ki, icraatlarından sorumlu değil ve yıpranma tehlikesi yaşamıyor. Islık sesinin ne zaman geleceği, kafesin ne zaman kapanacağı onun uhdesinde.

Kültürel söylemin yarattığı bu “paradigma krizi”, siyasi kaosun şef garsonudur. Günün menüsünde hangi açmazın olacağını anlamak için mutfağa bakmak lazım. Sadece koklamakla karnımızı doyurmayalım artık.

BU YIL HANGİ ZİNCİRLER MODA?

Halk iradesinin ve demokratik seçim sonuçlarının, çoğunluğun diktatörlüğüne dönüşebildiğini anlatan kaç yazı okudunuz şimdiye kadar? Ne kadar sık Tocqueville referanslı demokrata(!) rastladınız televizyonda? Çok… Hitler’in seçimle iş başına gelme hikâyesinin, rey vermekten çok hoşlanan Anadolu insanına, “gerekirse seçtiğinize Hitler imajı çizip modern dünyaya taşlatırız, o reylere de çok güvenmeyin” demek olduğuna falan hiç girmeyeceğim… HDP’nin yükselen oy oranları ile birlikte bu söylemlerin bıçak gibi kesilmesine dikkat çekmek istiyorum asıl. Bu sıralar malum zevat, “demokrasi sandıktan ibaret değildir” diye haykırmaz oldu. Çoğunluk diktası lafı da popülaritesini yitirdi. Demek ki, değerler, düşünceler, hassasiyetler, endişeler vs. propaganda makinalarının ortalığa saçtığı, durumlar değişince toplattığı yalanlarmış. İkitelli’de mukim gayri resmi Propaganda Bakanlığı nasıl uygun görürseymiş.

Düşüncenin değil propagandanın hâkim olduğu bir kamuoyunda söylem değişikleri çok sık yaşanır. Bunun karşısında yaşanan şaşkınlık da gerçek bir eylemsizlik hali olarak, bu dizayna yardımcı olur. Örnek vermekten pek hoşlandıkları Hitler’in mucidi olduğu bu siyasal ve toplumsal dizayn metodu hakkında bakın Noam Chomsky neler söylüyor; “Önce entelektüeller ikna edilir, daha sonra onlar görüş liderleri olarak halkı etkiler. Eğitimli kesimin desteklediği ve sapmalara izin vermeyen propagandanın, oldukça başarılı olduğu anlaşılmıştır. Bu propaganda tekniği, Hitler tarafından da kullanılan tekniktir”. Şimdi bu cümlelerdeki “entelektüel” kelimesini “gazeteci, şarkıcı ve oyuncu” olarak güncelleyelim. Ortalama bir Türkiye manzarası elde edeceğiz.

Zincirlerinden başka kaybedecek bir şeyi olmayanlara, yeni moda zincirler satan muktedirler, kendilerini muhalif olarak pazarlamakta son derece başarılı. Çünkü artık isyan, reyonların bir numaralı fırsat ürünü, faturayı ise yine halk ödeyecek...