Bir cumhuriyet projesizligi: İstanbul

İstanbul
İstanbul

Cumhuriyetin ileri gelen kadrosu ilk on beş yılda Ankara’yı imar ve âbâd ederken İstanbul’u kasıtlı bir şekilde görmezden gelmiştir. Bu görmezden gelişin nedeni siyasi tarihçilerin, şehir planlamacıların ve mimarlık tarihçilerinin de üzerinde mutabık olduğu üzre ideolojiktir.

‘’İstanbul ya hiç sevilmez; yahut çok sevilmiş bir kadın gibi sevilir; yani her haline, her hususiyetine ayrı bir dikkatle çıldırarak.’’

Ahmet Hamdi Tanpınar, Beş Şehir

Vaktiyle İstanbul; İstanbul yarımadası, Eyüp, Galata ve Üsküdar olmak üzere dört kısımdan ve belirli sayıda köyden oluşan galaksi biçimli bir şehir olarak adlandırılırdı. Saydığımız bu dört kısmın da kendine özgü sorumlulukları ve fonksiyonları mevcuttu. İstanbul yarımadası, büyük Osmanlı Devleti’nin idare merkeziydi, aynı zamanda kültür ve sanatın da başkentiydi. Üsküdar zanaatın üretim merkezi, Galata ticaretin merkezi, Eyüp Sultan ise mukaddes ziyaretgâh olarak bilinmekteydi. Peki, şimdi bu dört önemli kısım ne halde?

Tüm kâinatın Allah tarafından insanoğluna emanet edildiğine ve o kâinatın korunup güzelleştirilmesinde toplumların, dolayısıyla bireylerin tek tek sorumlu olduğuna inanmaktayız. Hele ki İstanbul gibi dünyanın başkenti denilen bir şehre sahipseniz bu sorumluluğunuz iki kat artmakta, vereceğiniz hesap da bununla beraber önem kazanmaktadır.

İslam’da cennet tasavvurunun bir yansıması olan şehir, önce kişilerin daha sonra da ülkenin karakterini ve şeklini belirler, sirayet eder. Bugün büyük şehirlerde kurulan yeni yerleşim yerlerine bir bakın, devasa beton yığınlarından oluşan bu yapılar insanda önce korku ve güvensizlik daha sonra da bir yalnızlık hissi doğurmakta. Günümüz insanının sosyal yaşantısından derlenmiş bir özet gibi bu kelimeler; korku, güvensizlik ve yalnızlık.

19. asrın ortalarından itibaren tüm tarihi tecrübeyi ve birikimleri reddederek dünyayı yeniden inşa etme hevesine kapılan mağlup Batı zihniyeti, dünyayı cennete çevirme vaatleriyle yola çıktı fakat karşılaştığımız şey sadece stüdyo tipi evler (mezarlar) ve bir yer üstü cehennemi oldu. Her Batı hayranı ülke gibi biz de bu cehennemden payımıza düşeni aldık. Neticesinde şehirlerimiz, korkunç bir beton ve makine çöplüğüne dönüştü.

Bilge Mimar Turgut Cansever’in bu yozluğun kaynağıyla alakalı tespiti son derece basit ve net: ‘’... yapı faaliyetinin esas yöneticisi ve esas yırtıcısı mimardan çok yapı spekülatörü olmakta, mimar da kendi küçük kârını hesaplamaktan geri kalmayan bir vasıta durumuna itilmektedir. Bu şartlar altında vücuda getirilecek yapıların seviyesiz ve çevreye yabancı, sahte varlıklar olacağı tabiîdir.’’ Bu noktada arazi ve yapı spekülatörlerinin insafına bırakılmış şehir planlamasının kurbanları olarak şu hatırlatmayı yapmak görevimizdir: Ellerindeki doğal kıymetleri ve tarihi mirası koruyamayan ülkelerin bu değerlerin sahibi olma imtiyazı bir gün ellerinden alınır ve hiçbir maddi imkân bu değerleri o ülkeye bir daha geri kazandıramaz.

İhmal ve İmha

Şunu rahatlıkla ve en başından söyleyelim: Yeni kurulan Türkiye Cumhuriyeti sistemli bir biçimde İstanbul’u ihmal ve imha etti. İlk bakışta sert ve anlamsız görünen bu çıkarımın altında neler var kısaca bir bakalım.

Cumhuriyetin ileri gelen kadrosu ilk on beş yılda Ankara’yı imar ve âbâd ederken İstanbul’u kasıtlı bir şekilde görmezden gelmiştir. Bu görmezden gelişin nedeni siyasi tarihçilerin, şehir planlamacıların ve mimarlık tarihçilerinin de üzerinde mutabık olduğu üzre ideolojiktir. Yeni Cumhuriyet’te ’Kostantiniyye elbette fetholunacaktır. Onu fetheden kumandan ne güzel kumandan, onu fetheden asker ne güzel askerdir.’ Hadis-i Şerifiyle Peygamber övgüsüne nail olmuş bir İstanbul’a yer yoktur çünkü.

Bizi oturduğumuz yerden ‘Allah, Muhammed aşkına kalkın, din ve vatan elden gidiyor’ deyip kaldıran, döndüğümüzde ise yerlerimize oturan rejim, kozmopolit ve dini referansları kuvvetli Osmanlı’nın tüm izlerini silip muasır ve laik bir ülke kurmak için payitaht İstanbul’u ‘eski’, Cumhuriyet’in başkenti Ankara’yı ise ‘modern’ bir şehir olarak lanse etmek için var gücüyle çalıştı.

Devletin yeni rejimini Batılılara tanıtma maksadıyla çıkarılan La Turquie Kemaliste dergisinde yer alan bir makaleye göre İstanbul’un turistik yerlerini ziyarete birkaç gün harcayan bir ziyaretçi ‘evinde oturup sultanlarla ilgili bilgileri romanlardan öğrenenlerden daha fazla bir şey kazanmış değildir’. Kentteki kozmopolit toplumsal yapının bir sonucu olarak, İstanbul’a gelen bir ziyaretçi büyük ihtimalle ‘Rus yemeği’ yiyecek, ‘Ermeni bir rehber’ tarafından gezdirilecek, siyasi haberleri ‘Rum bir hamaldan’ alacaktır. Dergiye göre İstanbul’u ziyaret edip gezen bir yabancı Türkiye’nin sadece geçmişini tanımış olacak. ‘Bugünün ve yarının Türkiye’sini tanımak isteyenler ise ilk trenle Ankara’ya gitmelidir’’ deniyor.

İstanbul
İstanbul

Sokakta Boğulan Kız Çocukları

Mimarlık tarihçisi Sibel Bozdoğan Modernizm ve Ulusun İnşası kitabında konuyla alakalı şu tespitleri yapıyor: “Beş yüz yıl boyunca imparatorluk iktidarının ve dini otoritenin merkezi olan İstanbul, her bakımdan Ankara’nın ‘öteki’si rolü oynamaya memur edilmişti. Sadece mimari ve şehircilik açısından değil, bu kadar görsel olmayan nitelikler açısından da, yeni başkentin ‘saflığı, ahlaki üstünlüğü ve idealizmi’, İstanbul’un ‘imparatorluk ve hanedan gelenekleri, kozmopolit kirlenmişliği ve soysuzlaşmışlığı’ ile karşı karşıya konuyordu.”

Kendisini İstanbul’da görünür kılmak yerine, İstanbul’un kendisini ve geçmişini görünmez kılma yoluna giden yeni rejim, İstanbul’a tabiri caizse üvey evlat gibi muamele etti. Yolsuz, susuz ve bakımsız bırakılan şehirde tarihi eserler mezbeleliklere dönüştü, konut ve ulaşım sıkıntısı günden güne arttı. Başta Refik Halid Karay olmak üzere birçok edebiyatçı, köşe yazarı çekinerek de olsa İstanbul’un bu zavallı durumunu anlattı. Hatta Nazım Hikmet 1936 yılında yazdığı bir yazıda: “Şu Kadıköy ve Üsküdar Su Şirketi hakkında yazdığım yazıların mürekkebi onun verdiği sudan çoktur’’ diyerek reva görülen hizmeti ironik bir dille eleştirmiştir. Yine aynı yıl şehrin yol politikası hakkında yazdığı yazıda şu acı olayı anlatır: “Geçenlerde yağmurlar yağdı, seller aktı ve bir kız çocuğu… derede değil, çayda değil, gölde değil, denizde değil… Kasımpaşa’da sokakta boğuldu. İstanbul şehrinin yol ve imar politikasında, birinci planı, üstlerinde çocuklar boğulmayan, toz ve çamur miktarı hiç olmazsa yüzde otuz azaltılmış sokaklar tutmalıdırlar.’’

İstanbul’a Biçilen Değer

Kemalist rejimin cezalandırdığı İstanbul Belediyesi, memur maaşlarını bile ödeyemez hale gelir. Bunun nedeni ise merkezi hükümetin kamusal kaynaklardan İstanbul için çok düşük bir miktarda ödenek tahsis etmesiydi. Murat Gül’ün Modern İstanbul’un Doğuşu adlı kitabında değindiği üzre İstanbul için kamusal kaynaklardan harcanan para kesilmiş ve Ankara ile diğer Anadolu kentlerinin imarı için harcanmaya başlanmış. 1934 ve 1939 yılları için hazırlanan Birinci Beş Yıllık Ulusal Kalkınma Programı’na göre İstanbul’a tahsis edilen kaynak birçok Anadolu kentine ayrılan kaynaktan daha düşüktür. Ne kadar acımasız ve sığ bir bakış değil mi, bir inanca duyulan öfke sebebiyle koskoca bir imparatorluğun bıraktığı mirası mahvetmek.

Seküler, genç ve sağlıklı bir imajla ideal bir kent olarak tasvir edilen Ankara’nın büyüsüne kapılan, İstanbul’u asrî ve medeni bir şehir haline sokmak için abideleri muhafaza etmek şartıyla toptan yıkıp yeniden inşa etme düşüncesi taşıyan dönemin İstanbul Belediye Başkanı Cemil Topuzlu, amacı Osmanlı İmparatorluğu’na dair siyasi figürleri, simgeleri ve kurumları ortadan kaldırmak ve yerlerine dinin katı bir biçimde devlet denetimine alınacağı yeni ve laik düzeni getirmek olan Kemalist rejimin 1940’ların ortalarına kadar süren İstanbul öfkesini anılarında ancak şu şekliyle anlatabilmiş: “Fakat ne çare ki Ata’mızın ömrü vefa etmedi, şehrimizin imarını ele almasından pek az zaman sonra vefat etti. İşte bundan sonra Ankara’da garip bir hava esmeye başladı. Yerinde olmayan düşünceler, kısa görüşler, hatta İstanbul’a karşı olan eski husumet yeniden canlandı, Anadolu’da doğup büyümüş ve her nasılsa İstanbul’a karşı kin ve adaveti olan, Bakan ve meb’uslardan bazıları, İstanbul gibi büyük ve çok mühim bir şehrin diğer Anadolu şehirlerinden farksız olduğunu ileri sürdüler, hatta Mecliste de ekseriyet kazandılar.’’

Yazdıklarımızın şahsi ya da taraflı olmadığını göstermek için o dönemde rejim yanlısı bir tutum sergileyen -sergilemek zorunda kala- Refik Halid Karay’ın Hep İstanbul adıyla okura sunulmuş memleket yazılarına kısaca bir bakalım. Yeni Fikir Merkezimiz (1943) başlıklı yazıda şöyle diyor: “Son yıllarda fikir ve sanat hayatımız bakımından Ankara’nın yükseldiği, İstanbul’un ise düştüğü şüphe götürmez bir hakikattir. ... Asıl mesele elimizin altında bir fikir ve sanat merkezinin bulunmasıdır. İstanbul olmazsa Ankara olsun.’’. Haksız Değiller Ama... (1947) başlıklı yazısından: “Neyleyim ki yeni rejim –münakaşa etmiyorum- hükümet merkezi olarak Ankara’yı seçti. Ankara ikinci izdivaçtan doğmuş aşk mahsulü bir çocuk gibi sevilmişti amma kavruk, soluk ve dermansızdı. Hiçbir fedakârlıktan çekinilmeyerek öyle bakıldı, öyle ihtimam gördü ki maşallah parmakla gösterilecek modern bir delikanlı oldu.’’

Böyle sapkın bir ideoloji üzerine kurulmuş şehir yapılanmasının sonuçları ne yazık ki etkisini devam ettirip günden güne canımızı acıtmakta. Ama buna rağmen biz, şehirlerin ruhları olduğuna inanıyoruz ve İstanbul’un mübarek ruhuna saplanan kirli betonlara rağmen şehrin asla yere düşmeyeceğini, göğsünde taşıdığı nurlu çiçekleri her dem taze tutacağını iyi biliyoruz.