Bir günah çıkartma ritüeli olarak psikanaliz

Nerede kaldı ise oradan hâline ağlamaya devam eden; hafızanın cehennemini de cennetini de içinde taşıyan insan, "tam şimdi burada" olma hâline taşınmaya yol bulabiliyorsa, unutmak iyileştirir...
Nerede kaldı ise oradan hâline ağlamaya devam eden; hafızanın cehennemini de cennetini de içinde taşıyan insan, "tam şimdi burada" olma hâline taşınmaya yol bulabiliyorsa, unutmak iyileştirir...

Unutma yetisini kaybeden birey sosyal ve sağlıklı yaşama becerisini yitirmiş ve yeryüzü cehennemine düşmüştür artık. Önce acır. Sonra hissizleşir. Arı kovanına benzeyen beyninde, sadece çok bilinçli anlar vardır, hisler yoktur.

  • "Yıllar önce anlamıştım ki, yeryüzünde olası bir cehennemin tohumunu içermeyen hiçbir şey yoktur; bir yüz, bir kelime, bir pusula, bir sigara reklamı onları unutamadığı takdirde kişiyi çıldırtabilirler."

Dertlerinin sahiciliğinden mülhem, yuvarlaktan geçmiş en başarılı öykücülerden olan Jorge Luis Borges, Deutsches Requiem adlı öyküsüne taşıdığı İkinci Dünya Savaşı sonrası esir alınmış üst düzey SS subayı Otto Dietrich zur Linde'ye kurduruyor bu cümleyi. Keza yaşadığı her günü en ince detayına kadar anımsayan Funes'in öyküsünde de belleği bir tür lanete benzetir Borges. Ne kusuru vardır ki Funes'in hatırlamaktan başka? Peki Borges'in bu detayları hatırlamakla cehenneme döndüğünü düşündüğü yaşam bizim hangi köşemize düşüyor? Beş yıl oldu sanırım, savaşın ortasında, üşümesin diye bırakıldığı kutu içinde ölen bir bebeğin görseli, her boş kutu gördüğümde nutkumu tutuyor. O görseli gördüm mü yoksa kurdum mu onu bile bilmiyorum ama sarıldığı battaniyenin rengi, göz rengim oluyor her tekrarında. Kusturica'nın absürt öğeli anlatılarındaki gibi sürreel bir kare var orada bir yerde ve cehennemim gibi yanmaya devam ediyor. Unutmak istiyor muyum? Hayır! Çünkü bazen unutmak olduğu gibi bazen de unutmamak insanlığımızın ölçüsü oluyor!

Bu yüzden, "Unutmak iyileştirir mi?" sorusunun "evet" veya "hayır" olarak net bir cevabı yok aslında. Birincisi, travmalardan hasarla çıkan birey için tedavi eden "hatırlamalar" ve günlük rutinler için hastalıklı "unutmalar". İkincisi, mümkün olup olmadığı hâlâ tartışılan, "bunamak" kavramı ile zirveye ulaşan "unutmalar". Üçüncüsü, sosyolojiden psikolojiye yansıyan koca bir kitap konusu; bir medeniyet tasavvuru ile kendisinden geçip, toplumsal aklın etkisi altında yaşayan birey için "unutmak". Dördüncüsü, başka bir unutma biçimi olarak, "affetmek" yolunda olumsuz düşüncelerden kurtulmak. Sonuncusu, kelime anlamı olarak "hakikati açığa çıkartmak" olan "unutmak". Hepsinin de tür ve durumlarına göre değişen cevapları var. Bazı unutma türleri ferah şifalar verirken bazı unutma biçimleri konforlu ve boş hayatlar yaşayan, "boş" ve boşlukta insanlar üretir. İlk olarak, bir günah çıkartma ritüeli olarak düşünülebilecek olan psikanalizin ve günlük rutindeki "unutmak" kavramının hastalıklı ve şifalı yanları üzerine düşünmek lazım. Üstelik karara varmadan, psikolojinin, temelde, her biri farklı parmak izi taşıyan insanın bilimi olduğunu unutmadan, keskin köşelerden uzak düşünmek lazım.

Psikanaliz bağlamındaki bu "pozitif unutma" aslında tam bir unutma değil, bir nevi önemini küçültme terapisidir. Mesela benim için "kutuda donarak ölen çocuk görseli", arada hatırladığım ve insan kalmama katkı sağladığına inandığım acılarımdan demiştim. Fakat aynı görsel, başka bir bireyde aynı duyguyu ifade etmekle beraber, bu durumun ötesine geçip, uykusuzluğa varan bir kaygı bozukluğu yaratabilir. Söz konusu birey, sürekli haberleri izliyorsa; ülkesini her an bir savaşa girecek potansiyelde gördüğünden, kaygı içinde gündem takip ediyorsa; bu durum evine, şeker, un gibi besinleri çuvalla almasına kadar vardıysa, artık psikolojinin problemi hâline gelmiştir. Farklı iki insanda aynı görselle oluşabilecek bu farklar düşünülünce, aynı görsel için "unutmak" veya "unutmamak" gerekir gibi bir genelleme yapmak nasıl ki doğru değilse; farklı insanlar için tek bir kavramı genellemek de o kadar doğru olmuyor! Bundan dolayı, hepimizin komşusu veya akrabası olan o teyze ile Freud'un aynı fikirde olduğu durum olan; "İçine atma yavrum, duvarı nem insanı gam yıkar" genellemesindeki "hastalık" kaygısı, içe atılan şeyle ilgili değil, atılan için, geriden getirdikleri ile ilgili sorun değeri taşır. İçine atma, çünkü için atılmaya müsait değilse, o attığını bir gün bir yerde mutlaka kusar. Güçlüyüm diye hiç yaşanmamış gibi yaşamaya devam ettiğin o duygu var ya, işte ona sağlam bir günah çıkartma ritüeli yapmadan ömür boyu adam olmaz, taşıyanı da adam etmez!

Bu günah çıkartma ritüellerinin başını da psikanaliz çeker. İlave olarak bireyin inancı nev'inde kilisede bekleyen peder, ağlama duvarı, temizinden bir tövbe secdesi de iş görür. Burada hasıl olması beklenen maksat, anlaşılması dilenen mana şudur: Bizi yarattığına inandığımız varlık, bize, tüm dinlerde ve dillerde "anlatın rahatlayın" deme derdindeyse şayet; belli ki

bilinçaltına attıklarımızı temizlemek, günlük rutin yüklerimizden pişmanlıklarımızdan arındırmak, soyut olan ile ilişkimizi canlandırmak, pozitif unutmayı kotarmak, mana ile bağımızı güçlendirmek istemiştir. Silmek değil, yenilemek derdindedir. Psikanaliz de tıpkı ilahi dikteler gibi "yenilenmeyi" hedefler. Ruhsal depremlerin molozlarını temizlemek ister. Yeniden inşaya zemin hazırlamak ister. Travma sonrası baskılanmış olanın, önce yerini tespit edip çıkartmak, sonra çözüp belli başlı birkaç yolla "önemsizleştirmek" ister.

Hâl böyle olunca, psikanaliz özelinde "unutmak iyileştirir mi?" sorusunun da tek bir cevabı yoktur. Çünkü aslında unutulmuş zannedilen unutulmamıştır, baskılanmıştır. Kavram tutarlılığı düşünülünce, unutulmamış bir olayın hatırlamasından da bahsedilemez. Hatırlamaya ikna olma vardır. Bu ikna ile ortaya çıkan ise tedavi sonrası tekrar eskide bırakılır. Fakat bu da tam bir unutma değil, travmanın önemini küçültme, onu konuşulur yapmadır. "Hasarı görmek", "kabullenmek", "barışmak", "affedilmek", "affetmek", "konuşulur kılmak" gibi kavramlar, iyileşme süreciyle beraber yerleşmeye başlar. Tövbe de keza Tanrı'nın bireyle değil, bireyin kendiyle imzaladığı bir "af" sözleşmesi, bir iyileşme ritüelidir. Aksi hâlde Antropomorfik bir Tanrı'nın meleklerinin elinde tuttuğu not defterindeki bir yazım hatası ihtimaliyle yaşayıp, umutsuz kalmaz mıydık? İnançlarına rağmen üç beş çeşit anti-depresan kullanarak yaşamanın yolunu bulanların, eksik olan yanları da budur işte; inançları değil, inanç biçimleri; dışarıdan bir elin onları düzelteceğine yönelik beklentileri ve bu beklenti gerçekleşmedikçe içine düştükleri umutsuzluk.

Umuttan kasıt nedir? Heidegger'in "dünyaya fırlatılmışlık hissi" dediği hissi düşünelim, sonra bu hissi gözleri görmeyen bir çocuğa yükleyelim, kalabalıkların arasına bırakalım! Kör, kimsesiz ve kalabalıkların içinde bir çocuk olun! Hayal edebildiniz mi? Umutsuzluk budur işte, umut da bunun karşısında olabilecek her iyilik hâlidir. Bundan dolayı bir terapi sürecinin başında ilk aranan olmalı. Yoksa da ki genelde yoktur, ilk hedeflenen olmalı. Hedeflenen bu umut, bilinçsizce ve sağlıksız şekli ile sorun olarak bilinçaltında unutulanı alıp, bilinç üstü normalleştirip, affedilmesi gerekenler affedildiğinde oluşmaya başlar. Buradaki affetme, önemsizleştirme; geriye atma ise bilinçli bir unutmadır artık. Deri altındaki hasar tespit edilip onarılmış, deri tekrar dikilip kapatılmış, ruhsal olan iç kanama durmuş, iç barış sağlanmıştır. Hem ilahi diktelerde hem psikanalizde hedeflenen iyileşme için umut vardır artık.

Bu "bilinçli unutma" hâli ile iyileşebilme, hatırlayıp onardıklarından kendini devşirebilme de bir potansiyel istiyor aslında. Potansiyel gereğinin bile farkında olmayanlar, dışarıdan bir el ile bir ömür "şifalanma" beklerlerken; potansiyel ihtiyacının farkında olanlar, sadece bu farkındalıkla bile yeterince potansiyeldirler. Çünkü "unutmak" kavramı üzerinden bir iyileşme ummayı şiar edinmek için en az Kafka kadar yaşamanın şekil değiştirdiğine iman gerekir. Eğer ki bu "şekil değiştirmenin" çürüme, çürümenin ise yenilenme için mutlak olduğuna kani olan insan varsa ortada; orada unutmak, iyileştirir. Gitmenin eylem olduğu yerde unutmak devrim ise, her devrim de olduğu gibi yeni ve daha iyiye yol ise; unutmak, iyileştirir. Nerede kaldı ise oradan hâline ağlamaya devam eden; hafızanın cehennemini de cennetini de içinde taşıyan insan, "tam şimdi burada" olma hâline taşınmaya yol bulabiliyorsa, unutmak iyileştirir...

Peki unutmuyorsa! Akşam yediğini, sabah içtiğini, kime ne dediğini, kimin ne dediğini, o uzak tarihte önünden geçen o kedinin rengini... Hiçbir şeyi unutmuyorsa, ne olur? "Funes" olur. "Bende tüm insanlığın dünya kurulduğundan beri sahip oldukları anılardan fazlası var" diyen Fanus. Birçok sinirbilim incelemesinde ele alınan bu marazın, unutamamanın, edebiyattaki en başarılı örneği olan meşhur Borges karakteri!

Funes gibi, hafızasının unutma yetisini kaybeden birey de sosyal ve sağlıklı yaşama becerisini yitirmiş ve yeryüzü cehennemine düşmüştür artık. Önce acır. Sonra hissizleşir. Arı kovanına benzeyen beyninde, sadece çok bilinçli anlar vardır, hisler yoktur. Soyut düşünme yetisi azalmaya başlar. Tasnif edilme, dizilme, arşivleme çabası ile çalışan beyin manevi ritmini yitirir. Çok bilinçli, çok yalnızdır. Kontrolsüz madde ve meta girişi olan her yerde olduğu gibi manasızdır. Lüzumsuz bir mesaide, "zeki" olmayı, "rutini hatırlamak" zanneden insan dilemması içindeki aklının hazmı zorlaşır. Kusmaya başlar. Kronik bir mutsuzluk hâline varır. Bir şey daha yaparsa mutlu olacakmış gibi, sürekli bir koşuşturma hâline geçer. Çevrede çokça bulunan ve normal zannedilen birçoğunun hâlidir. Daha ileriki aşamada ise soyutun ve mananın kaybolduğu akıl cehennemine düşer, "makûl" küçülür, yok olur. Oturuyormuş gibidir ama aklı koştuğundan parmaklarını çıtlatır, sürekli sağa sola bakar, bedeninin şeklini sürekli değiştirir, ayaklarını sallar. Onun için, iki saat boyunca bir insanla işini gücünü anlatmadan sohbet edebilmek, bir ağaca yaslanıp hareketsiz bir saat susabilmek veya başarılı olduğu bir alanda doyuma ulaşmak mümkün değildir artık. Göz bebekleri sürekli hareket eder. Mutsuzluğu içinde taşıdığından habersiz, hep olmadığı yerde mutlu olacak gibidir. Yer değiştirir. Her şeyi görür, kaydeder. Hızlıdır ve hastadır!

İşte bu, rutini unutamama hâli sonucu soyut kavramlara ulaşmanın ve mana ile hemhâl olmanın yolunu bulamayan insan, somut ayrıntılarla istemsizce doldukça, yaşam böylesi zorlaşır. İlle de Funes düzeyinde bir marazı olmaya da gerek yok ayrıca. Gün içerisindeki çok fazla detayı aklında tutmak zorunda olduğu mesaileri seçen insanların da zamanla ulaştıkları mertebe bundan ibarettir. Hızlı ve hasta! Peki ne yapmak lazım? Öncelikle bir günah çıkartma olarak psikanaliz metodunun unutturma değil, unutulup örtülmek istenileni hatırlayıp iyileştirme olarak başarılı olduğunu bilip yola çıkmak lazım. "Şu günü silmek istiyorum" mümkün olmadığı gibi "ben o yaşananları sildim" de yalandır. Akşam ne yediğini unutmak ne kadar sağlığa iyi geliyorsa, travmaları unutmak veya unuttuğuna ikna olmak o kadar zararlıdır. Bu yüzden, geçmişe yönelik hasar tespiti; yaşadığımız güne yönelik ise "yavaşlama" yardımına başvurmak lazım. Hatta sorun ileri boyutta ise bazen durmak da lazım. Psikanalizi bir günah çıkartma ritüeli olarak gören mantık da temelini buradan alır. Düşüncesi üzerinde düşünebilme! Günlük rutini yavaşlatma, detayları azaltma, varsa geriden gelen hasarları fark etme, sonra içine katılmadan detaylı inceleme ve en son kendini affetme. İster bir psikolog eşliğinde, ister bir secdede...

Geçmişi birtakım hataların/ günahların kör kuyusu yapmak, bugünün zulmünü ve kötülüğünü de geleceğe dair birtakım umutlarla gizlemekle elimize hiçbir şey geçmez. Bir şey olacaksa bugün olmalı. Eğer geleceğin iyi olacağını hayal ediyorsak bugün iyimser olmamız sadece mağlubiyetimizi derinleştirir. İşte Frederic Jameson'a "kapitalizmin sonunu hayal etmek dünyanın sonunu hayal etmekten zordur" dedirten bu bahsini ettiğimiz iyimserlikten başka bir şey değildir. Rahatı yerinde olanın, küçük hazlar peşinde olanın dahası toplumun gerçekten genişçe bir tabakasının içinde bulunduğu bu iyimser hava, insanlığın maruz kaldığı bu meta merkezli düzeninin sanki dünyanın ömründen bile uzun olduğu hissine kapılmamızı sağlıyor.

Şurada anlaşmak gerekiyor: Geleceğin iyi olacağını söylemenin yolu, bugünün berbatlığının farkına varmaktan geçer. Dahası, bugünün de dünden ve ondan önceki günden daha kötü olduğunun hakkını teslim etmekten... "Mağara adamından bilge insana" şeklinde ifade edilen ilerlemecilik algısını yıkmadan geleceğin barındırdığı tehlikeleri, toplumlara ve insanlara duyuramayız. İnsanlara, bugüne gelişin bir iyiye gidiş olmadığının tespitini yapmazsak, onları yarınının potansiyel sorunlarına ikna edemeyiz. Son zamanların moda tâbiri var: Yeni Dünya. Eskiyenin ne olduğunu söylemeden, kötü olanın tanımını ve tarifini yapmadan yeni bir dünyanın fantezisi kuruluyor, yeni dünya da bir hokus pokusa getirilmeye çalışılıyor. Yeni dünyaya yeni sözler söyleyebilme şansını ve vaat edilenlerin yokluğunun hesabını sorma fırsatını kaçırmamalıyız. Aksi durumda birtakım suçlar, kabahatli alışkanlıklar, kadim inançlar hedefte tutularak yüzyıllardır umut satanlar yine tereyağından kıl çeker gibi yeni düzeni kurma derdindeler. Hesaplaşmaya da aslından buradan başlayabiliriz: Tereyağına kılı kim düşürdü?