Bir kahraman üzerinden milletin şahsiyetini düşünmek

Sözlü kültürün devre dışı kalması kimileri için bu kahramanın ölümü gibi algılansa da gerçek bir ölümden bahsedebilir miyiz acaba?
Sözlü kültürün devre dışı kalması kimileri için bu kahramanın ölümü gibi algılansa da gerçek bir ölümden bahsedebilir miyiz acaba?

Yay gergin. Duyuş ve söyleyiş destansı. Halkın ağzında da böyledir bu. Çocukluğumdaki ihtiyar bir kadın yaptığım küçük iyilik karşısında, "Allah dal dal etsin dağıtsın seni" diyor mesela. Nasıl bir ufuk açıyor bu cümle? Temenni ya da dua değil, bir nara adeta. Bir avaz. Ya da dedemin namaza dururken, "Durdum duana, uydum Kur'an'a, yönüm kıbleye..." diye başlayıp devam eden niyet edişi. Müziği duyuyorsunuz değil mi?

Popüler belleği aşan, toplumsal hafızayı kapsayan, bir milletin şahsiyetini oluşturan tarih dışı bir bilinçten söz ederiz. Esasında soyut ama toplumuyla iletişim halinde olan bir kişi, bir kahramandır bu bilinç. Toplumsal kırılma anlarında ya da gündelik hayatın incelik gerektiren noktalarında işleri hep o yürütür. Ne yapılması gerektiği ona göre ayarlanır. Ne nerede durması gerekiyor, ona göre hiza bulur. Hiss-i müşterek eksikliğinin önündeki engeldir o. Kadim bir refleks. Kadını kadın, erkeği erkek, işveyi işve, işi iş yapan odur. Dört başı mamur şekilde yeniden yorumlandıkça kendisi varlığını sürdürürken, yorumcusunu da diri tutar, yaşar ve yaşatır bu kahraman. Baudrillard'in, tarihi yanlış yorumlamış bir sol kesime devrim şansı tanımadığını yazması gibi, kendini, yani tarihin dışındaki bu kahramanı yorumlamaktan aciz bir toplumun da yaşamaya hakkı kalmamış gibidir. Bu hak ondan tıpkı bir kut gibi alınır. Çünkü orada artık akıl devreden çıkmış, kahramanın sesi kısılmış, soytarılar aşırılık ve bayağılıkta gemi azıya almış demektir.

Bu raddede o heybet ve aklıselim sahibini onun şerefine yaraşır bir hâlden uzak, bir hançer veya kanda çıkmayan bir zehirle bile değil, akıttıkları salyalarla boğarak öldürürler. Bu kahramanın sesini, huyunu suyunu, önünü ardını en belirgin biçimde göreceğimiz yer kuşkusuz o toplumun edebi eserleri ve halkın bizatihi yaşattığı dilidir. Bu anlamda Türk edebiyatına bakacak olursak; örneğin ilk siyer olarak bildiğimiz Mustafa Darîr Efendi'nin eseri oldukça destansı bir sese sahiptir. "Bir gişi sefere gitse gelür idi, Resûl'ün mübârek yüzünü görür idi" der mesela. Hz. Peygamber'i bir kahraman, bir komutan olarak öne çıkarır. Gazâları hiç anlatmasa, sadece gündelik hayatından bahsetse dahi eserin sesi, müziği bunu yapmaktadır yine de. Süleyman Çelebi'nin Mevlid'i farklı mıdır? Onda da benzer bir destansı söyleyiş vardır. Kesilmez, soluklanmaz. İnsanı ruh olarak bir yay gibi gerer.

Yahya Kemal, "Duydumsa da zevk almadım İslav kederinden" mısrasıyla bir tür içsel hesaplaşma yaşarken de, Ahmedî vatan kavramı üzerine "Zülfünün bendindedir gönlüm mukim/ Kim vatan hubbuyladür din müstakim" diyerek ontolojik bir değerlendirme yaparken de bu yay hep gerilidir. Sûdî'nin kendinden önceki Hafız şerhlerini gölgede bırakmasında bu gergin yayı ustalıkla kullanmasının payı göz ardı edilebilir mi? Yay gergin. Duyuş ve söyleyiş destansı. Halkın ağzında da böyledir bu. Çocukluğumdaki ihtiyar bir kadın yaptığım küçük iyilik karşısında, "Allah dal dal etsin dağıtsın seni" diyor mesela. Nasıl bir ufuk açıyor bu cümle? Temenni ya da dua değil, bir nara adeta. Bir avaz. Ya da dedemin namaza dururken, "Durdum duana, uydum Kur'an'a, yönüm kıbleye..." diye başlayıp devam eden niyet edişi. Müziği duyuyorsunuz değil mi? Adamın huzura çıkacağını çocuk aklınla sen bile anlıyorsun.

Davullar ritim tutuyor, anneler bebeklerini bağrına basmış olacakları bekliyor gibi. Bu duyuş ve söyleyiş tabii olarak yanındaki çocuğu da yetiştiriyor, eline aynı yayı tutuşturuyor ve onu nasıl gereceğini, nasıl çalıştıracağını öğretiyor. Halka dilini öğreten kahramanın kendisidir çünkü. Diğer taraftan onu yaratan da halkın dilidir. İç içe bir yaratılış hikâyesidir bu. Kendisini gerçeklemiş bir toplum, o simge kahramanın farklı yansımalarından başka şey değildir bu yüzden. Şairde yazarda bir yüzü, tarlada tapanda bir yüzü, ilim erbabında bir yüzü, cephede kışlada bir başka yüzü. Bütün yüzler de ona ait. Bu toplumun tarihinde ne kadar makbul bir insan olup olmayacağın o kahramanın herhangi bir görünümüne ne ölçüde yaklaştığınla ilgili artık. Bu, bu toplum için kolektivist tanımından ya da informel mekanizmaların güçlü olmasından daha üst bir anlam taşır gibi geliyor bana.

Tük kahraman tipinden ya da Türk tipi bir kahramandan bahsetmiş oluyorum burada. Kimdir bu kahraman? Hâlihazırda hayatta mıdır? Bu toplumun şahsiyetini oluşturuyorsa şuan ne durumda, neyle iştigal etmekte, hangi özellikleriyle öne çıkmaktadır? Bunlar önemli ve geleneksel anlatılar ile çağdaş eserler üzerine yapılacak koşut çalışmalarla cevaplanacak türden sorular. Bu merakla bir çalışma vesilesiyle Türk kahraman tipinin destan anlatılarında ve onların yakın tarihte yapılan uyarlamalarındaki özelliklerini Campbell'ın monomit kuramı üzerinden inceleme fırsatı bulmuş, günün sonunda kendine özgü bir kahramanla karşılaşmıştım. Kuramdaki iki arketipi, çağrının ve dönüşün reddi arketiplerini bünyesinde bulundurmuyordu bu kahraman. Bilindiği gibi dünya mitleri üzerinden ortaya konan bu kuram bize arketipler üzerinden kahramanın yolculuğuna dair 12 aşama sunar.

Kahramanın, halkına karşı kendi yansımaları olan kahramanlar arz etmesi birinci sorumluluğu ise toplumun da ona karşı hayati vazifesi, kişinin biricikliğine, şahsiyet sahibi olmasına müsaade eden bir zemin hazır etmek.

Ve fakat Türk kahraman, başlangıç noktası olmayan bir zamandan itibaren çağrıyı ve dönüşü doğrudan kabul eden bir tip olarak vücut bulmuş ve bu kabul tarihsel süreç içinde dil ve halk arasındaki karşılıklı yaratımda o kadar çok tekrar etmiş ki nihayetinde kendine özgü denebilecek arketipler türetmiştir: Çağrının ve dönüşün doğrudan kabulü. Bu kahraman bütün bir hayatı boyunca şiir, destan ve efsaneyle, kürsüler ve köy odalarında konuşagelmiştir toplumuyla. Sözlü kültürün devre dışı kalması kimileri için bu kahramanın ölümü gibi algılansa da gerçek bir ölümden bahsedebilir miyiz acaba? Burada bir örnek olarak, Oğuz Atay'ın yazmayı çok istediği "Türkiye'nin Ruhu"ndan önce dil ve üslubunda büyük bir değişikliğe giderek kaleme aldığı belgesel romanın kahramanı Profesör Mustafa İnan'ı düşünelim mesela. İki sebepten düşünelim onu. Hem öne çıkan bir yazarın eseri olması hem de kendi çevresinde "efsanelere" konu olan gerçek bir şahsiyeti ele alması açısından.

Evet, bir nevi modern destan nazarıyla yaklaşalım esere. Cisimlerin Mukavemeti kitabı hâlâ hayranlıkla anılan merhum hoca, savaşın ortasında doğar. Yıl 1911. Çocuk yaşlardayken memleketi Adana, Fransız işgaline uğrar. Aile şehirden çıkarak Anadolu'nun içlerine geçmek için yokluk ve acıyla bin bir uğraş verir. Yıllar sonra doktora için Zürih'e gider ve çalışmasını bitirdiğinde orada kalması teklif edilir. Kalsa belki de maddi anlamda çok daha rahat bir yaşam sürüp ilmî anlamda daha büyük işler başarabilecekken o Türkiye'ye dönerek mekanik alanında bir ekol oluşturmayı seçer. Nasıl bir yolculuktur bu kahramanın yolculuğu? Çağrıyı çocukluk yıllarında, işgal edilen topraklarında öğretmenlerinden daha iyi ders anlattığını fark ettiğinde almış, henüz ortaokuldayken memleketteki ilmî eksiklikleri kendi açısından görerek "Ben hoca olacağım" demiştir.

Çağrıyı doğrudan kabul etmiştir yani. Önüne maddi anlamda daha makbul fırsatlar çıksa da başka bir mesleğe yönelmemiştir. Görev üst düzey, deyim yerindeyse efsane bir hoca olmaktır. Bunun için Avrupa'nın önemli şehirlerinden birine gitmiş ve orada kalması teklif edildiğinde bunu doğrudan reddetmiştir. Durup düşünmemiş, evrensellik tuzağına düşmemiş, anlık bir tereddüt göstermemiştir. Öyle ya, kurama göre orada eriştiği maddi imkân veya bir kadın sebebiyle anlık tereddüt göstermesi dönüşün reddi için kâfidir. Mustafa İnan memleketine, yeni doğan çocuğuna günü geldiğinde beşik alamayacak kadar maddi zorlukları göze alarak dönmüştür. Tartışmasız bir kahraman. Görünen o ki, yukarıda zikrettiğimiz iki arketip Oğuz Atay'ın destanlaştırdığı Mustafa İnan örneğinde de çağrının ve dönüşün doğrudan kabulü olarak ayniyle şahsiyet bulmaktadır.

Bunun yanında Atay da eserinde bu arketiplere sadık kalır. Onlarla savaşmaz, aksine hocanın bu kararlarını derin bir mantıkla savunur. O hâlde yakın bir tarihe kadar toplumun başındaki kahraman, Mustafa İnan gibi evlatlarını onlara ulaşarak, onları mektuplar, haberler, belki şifreli mesajlar göndererek yetiştiriyordu diyebilir miyiz? Mustafa İnan, Yunus Divanı, Mesnevî gibi pek çok kök metne düşkün bir zekâ. Öte yandan biliyoruz ki kahramanın toplumuyla önde gelen iletişim yolları bunlar. Peki, mühendislik mektebinin giriş imtihanı için taşralı bir genç olarak İstanbul'a geldiğinde onu bu okula pek de yakıştıramayan öğrencilerin " Bu imtihan zordur arkadaş, yanlış gelmiş olmayasın." demeleri karşısında, Adana ağzıyla "Deneyek, bakak" diyerek cevap vermesi, o destansı duyuş ve söyleyiş tesadüf müdür? Bir yörenin ağzıyla konuşmuş olmaktan ziyade kendi olmak, bir şahsiyet sahibi olmaktır burada altını çizilmesi gereken mesele.

Meseleye; ilme ve sanata kendinden bir bakış, bir dil, bir renk katmak. Fransız yeni dalgacıları Hitchcock gibi bir Hollywood yönetmenini bile o ince, o şahsına münhasır dokunuşlardan keşfetmez mi? Kendine özgülük böylesine önemlidir. O zaman kahramanın, halkına karşı kendi yansımaları olan kahramanlar arz etmesi birinci sorumluluğu ise toplumun da ona karşı hayati bir vazifesi var diyebiliriz. Bu da bir tornadan çıkmış gibi tek tip kafalar yerine; kişinin biricikliğine, şahsiyet sahibi olmasına müsaade eden bir zemin hazır etmek. Kişiliği olana kıymak değil, kıymet vermek. Aksi hâlde kavramlar bulanıklaşıp, semboller yok pahasına denecek kadar ucuzlamaya başlar. Dinî-ladinî aforoz kol gezer. Dil, bir düşünme ve eylem aracı olmaktan çıkar. Müzik kaybolup, tek tip tek sese dönüşür. O duyuş ve söyleyiş yiter. İşte bu da kahramanın gerçek anlamda ölümüne, ucuz kahramanlık pazarında ise ciddi bir enflasyona yol açar.