Bir ömre birden fazla yaşam sığdırmak ya da "Onca Yoksulluk Varken"

Emile Ajar
Emile Ajar

Her şeyden önce samimiyetle yazdı Emile Ajar. Dili olduğu gibi kullandı ve asla 10 yaşındaki bir çocuğun zihin dünyasından dışarıya çıkmadı. Banliyöde kullanılan kelimeleri, yalın gerçekliğiyle verdi. “Yüksek edebi zevke” sahip dimağı memnun etmeyi, hiçbir zaman dert etmedi kendine.

Kim yazdı?

Roman Kacew, 21 Mayıs 1914’te şu an Litvanya’nın başkenti olan Vilnius’ta -ki o zamanlar şehir Rus İmparatorluğuna bağlıydı- dünyaya geldi. Yahudi asıllı aile, Kacew henüz çocuk yaşındayken Varşova’ya göçtü.

Ama konumuz Roman Kacew değil, o yüzden kısa keselim. Bu göçten yaklaşık 3 sene sonra Varşova’dan Nice’e göçen ailenin çocuğu, 26 yaşına bastığında İkinci Dünya Savaşı’nın çıkmasıyla pilot olarak Fransız ordusuna katılacak ve Romain Gary ismini alacaktı. Romain Gary, savaşın hemen ardından 1945 senesinde ilk romanını yazacak ve çeşitli dergilerde yayımladığı öyküleriyle savaş sonrasında yükselen merkez Avrupa edebiyatında kendine sağlam bir yer edinecekti. Tarihler 1956’yı gösterdiğinde ise Gary, Cennetin Kökleri romanıyla Fransa’nın en prestijli edebiyat ödülü olan Goncourt’u aldı ama ne yazık ki konumuz Romain Gary de değil. Konumuz Emile Ajar. Aynı ödülü 1976 yılında alan yazar. Tabii, dünya onun aslında Romain Gary yani doğduğu ismiyle Roman Kacew olduğunu henüz bilmiyordu. Zira Romain Gary’nin eşi dostu da durumdan bihaberdi. Ta ki ölümünden sonra vasiyetiyle bu sırrı bozana kadar. Emile Ajar yani Romain Gary ki kendisi aslında Roman Kacew, Goncourt Ödülü’nü iki kez almış tek isimdir. Çünkü Goncourt Ödülü onu almaya layık olan her yazara bir kere verilir.

  • Pekâlâ, bir ömre birden fazla yaşam sığdırmış Romain Gary ise vasiyetinde muzip bir tavırla meseleyi şöyle izah etmiştir: “Yalnızca kendim olmaktan bıkmıştım.”

Ne yazdı?

Her şeye rağmen hayatta kalmanın, yaşamın sürdürülebilirliğinin romanı Onca Yoksulluk Varken.
Her şeye rağmen hayatta kalmanın, yaşamın sürdürülebilirliğinin romanı Onca Yoksulluk Varken.

Birinci tekil anlatının dünya edebiyatındaki en başarılı, daha doğrusu en samimi örneklerinden birini, Onca Yoksulluk Varken’i yazdı Emile Ajar. 10 yaşındaki Momo isimli bir çocuğun gözünden anlattı 1950’lerin Fransa’sını. Annesinin uygunsuz mesleğinden dolayı henüz 3 yaşındayken Madam Rosa’nın evine bırakılan Momo, burada kendisi gibi bir kadere sahip 7 çocukla beraber yaşıyordu. Fransa’da Arapların, Afrika’dan yeni göçmüş siyahilerin ve Auschwitz mağduru Yahudilerin yaşadığı ve yoksulluğun solunan her nefeste hissedildiği bu mahallede her şeye rağmen hayatta kalmanın, yaşamın sürdürülebilirliğinin romanı Onca Yoksulluk Varken.

Nasıl yazdı?

Onun fevkalade kullandığı silahı, kara mizahtı.
Onun fevkalade kullandığı silahı, kara mizahtı.

Her şeyden önce, samimiyetle yazdı Emile Ajar. Dili olduğu gibi kullandı ve asla 10 yaşındaki bir çocuğun zihin dünyasından dışarıya çıkmadı. Banliyöde kullanılan kelimeleri, yalın gerçekliğiyle verdi. “Yüksek edebi zevke” sahip dimağı memnun etmeyi, hiçbir zaman dert etmedi kendine. Naif kimseleri rahatsız edebilecek cümleler kurdu kimi zaman. Ama gerçekti. Olan, yaşanan buydu. Ve elbette saf gerçeği anlatmanın bazen en ciddi yolu, kara mizahtır. İşte, onun fevkalade kullandığı silahı, kara mizahtı.

Neden yazdı?

O zamanlar kimsenin bir fikri yoktu Emile Ajar’ın aslında kim olduğundan. Kim yazabilirdi böyle bir romanı? Şimdi ise, geriye dönüp baktığımızda bazı soru işaretleri muhakkak netlik kazanıyor. Göçmen bir ailenin çocuğu, babası erken yaşta aileyi terk etmiş. Banliyöyü solumuş, yoksulluk nedir biliyor. Üstelik, İkinci Dünya Savaşı’nı görmüş bir azınlık.

  • Herhalde, o yazmasaydı, böyle bir üslupta böyle bir kitap zor yazılırdı. Kimliğin ve yokluğun hissiyatını anlatmak… Bir Yahudi olarak sadece bir holocaust hikâyesini romanlaştırsa kim ne diyebilirdi.

Üstelik Hitler sonrası dünyada fazlasıyla ilgi çekerdi. Ama o, nihayetinde trend olana değil var olana odaklandı. “Uzun zaman Arap olduğumu bilmedim, çünkü kimse beni aşağılamıyordu. Bunu bana ancak okulda öğrettiler. Ama hiç dövüşmezdim; insan birini dövdü mü hep bir yanı sızlar.”

Ne zaman yazdı?

Tarihler 1975 senesini işaret ediyordu roman yayımlandığında. Ve Emile Ajar ismi bazı edebiyat dergilerinde görülmüştü o güne kadar. Sadece, malumunuz, kim olduğu bilinmiyordu. Her şey hazırdı artık. La Vie Sevant Soi ismiyle çıkan kitap, ertesi yıl Goncourt ödülünü aldı.

Hem ardında sakladığı hikâyesiyle hem de bir roman olarak başarısıyla edebiyat tarihine bir ölümsüzlük notu düştü Onca Yoksulluk Varken. İşte o an geldiğinde ne vakit yazıldığının bir önemi yoktur eserin. Bir tarihe ve bir yaşanmışlığa ışık tutar zamanın ötesinden. Yıllar akıp geçse de o, üzerine hep iki kelam edilebilir bir yerde durmaktadır artık.

Şu an benim yaptığım gibi mutlaka bir başkası da dönüp bir daha ve bambaşka birisi de yine bambaşka bir zaman diliminde yeniden okuyacak, inceleyecek ve üzerine konuşacaktır.

Nerede yazdı?

Emile Ajar’ın yazdıklarına ve ardında bıraktıklarına baktıkça, ciddi dertlerinden bile ciddiyetle bahsedemeyecek kadar ciddi şeyler yaşamış, muzip bir adam görüyorum.

Belki de insan, ciddiyetle örülmüş kibir duvarının üstünden atlayana kadar sahtedir gibi beylik laflar etmek geliyor içimden. Sonra, onca yoksulluk varken, sahi nasıl mutlu olunabilir, sorusu düşüyor aklıma. İnsanın onca yoksulluğa rağmen mi yoksa onca yoksulluktan tamamen bağımsız mı mutlu oluşu, sevişi, sevilişi akılla açıklanmayacak kadar hissiyata dayalı. Böyle şeyler sanıyorum ki kafada yazılmaz, ancak kalpte yazılır. Onca Yoksulluk Varken’i yazdığı için mi yoksa yazmasına rağmen mi mutluydu Romain Gary, bilmiyorum. Veya sahiden mutluysa neden kendini vurdu… Ama intiharından önce dünyaya düştüğü son notu şöyleydi:

“Çok eğlendim, teşekkür ederim. Hoşçakalın.”

Belki de insan, ciddiyetle örülmüş kibir duvarının üstünden atlayana kadar sahtedir gibi beylik laflar etmek geliyor içimden.
Belki de insan, ciddiyetle örülmüş kibir duvarının üstünden atlayana kadar sahtedir gibi beylik laflar etmek geliyor içimden.

Bir Coca-cola bile çekmiyordu canım

Kapının önünde oturmuş, zamanın geçmesini bekliyordum, ama zaman her şeyden daha yaşlıdır, pek yavaş ilerler. İnsanlar acı çekince gözleri büyür, eskisinden daha anlamlı durur. Madam Rosa’nın gözleri gittikçe büyüyor, nedensiz dövdüğünüz köpeklerin gözlerine dönüyordu. Ta buralardan görüyordum bunu, oysa Ponthieu Sokağı’nda, çok lüks mağazaların bulunduğu Champs-Elysees’ye yakın bir yerdeyim. Madam Rosa’nın savaş öncesinden kalma saçları giderek daha çok dökülüyordu; kendinde yeniden çarpışacak gücü bulduğunda da kadına benzer bir yanı olsun diye ona sahici saçlı yeni bir peruka bulmamı istiyordu. Perukası bile rezil bir durumdaydı. Şunu da söylemek gerekir ki, bir erkek gibi kel oluyordu giderek, yürekler acısı bir durumdu, çünkü kadınlar buna hazırlıklı değildir. Madam Rosa yine kızıl bir peruka istiyordu, tipine en uygun renk buydu. Bunu kendisine nereden yürütebileceğimi hiç bilemiyordum.

  • Belleville’de güzellik enstitüleri dedikleri çirkin karı kurumları yoktur. Elysees’dekilere de girmeye cesaret edemem. Sormak, ölçmek gerekir. Allah kahretsin.

Çok kötüydüm. Bir Coca-Cola bile çekmiyordu canım. Aslında o gün doğmadığımı, hem nasıl olsa bu doğum tarihi hikâyelerinin sadece toplu sözleşmeler olduğunu söylemeye çalışıyordum kendi kendime. Arkadaşlarımı düşünüyordum: Le Mahoute’u, bir benzin istasyonunda çalışan Şah’ı. Çocukken, adamdan sayılmak için kalabalık olmak gerekir.

Yere yattım, gözlerimi kapadım, ölmek için birtakım hareketler yaptım, ama çimento soğuktu. Hastalanmaktan korktum.