Bir şahitlik biçimi olarak edebiyat

İnsanın ömrü doğduğu günden bu yana kendine şahitlik etmekle, kendi gerçekliğini keşfetmekle geçer.
İnsanın ömrü doğduğu günden bu yana kendine şahitlik etmekle, kendi gerçekliğini keşfetmekle geçer.

İmgenin ve anlatının icadı, pek çok şeyin icadından daha evveldir. Çünkü insan muhayyileye, şiire en az ateş kadar muhtaçtır. Çünkü mit, mahiyetini asla tam olarak kavrayamayacağımız bu dünyada bize devlerden, cinlerden, ve daha nice büyüsel varlıktan örülü bir güvenli bölge inşa eder.

"Başlangıçta Söz vardı."

Pagan toplumlarda öldürülen düşmanın gücünün onu öldürene geçtiğine inanılır. Düşmanı öldürmek, onun gücüyle güçlenmeyi sağlar. Bir nesneyi, olayı, kişiyi ve duyguyu adlandırmak, o şeye isim vermek de bizi o şeyin bir ölçüde hakimi kılar. Tanımladığımız, adlandırdığımız ölçüde o şeyin sahibi olduğumuza inanırız. Tanımlayamadığımız şey bizi ürkütür. Dünyaya hükmetme arzusu diğer her alanda nasıl ki insanlık olarak tekamül etmemizi sağlamışsa, dile hükmetme arzumuz da edebiyatı doğurmuştur. Bellek, müzik ve mimari vasıtasıyla dile hakimiyet tutkumuz başka formlarda zuhur etmiş ve edebiyat günümüzdeki çok başlı, zaptı zor bir alana yerleşmiştir. Nedir edebiyat? Bir şeyi tanımlamak ancak gene onun imkânlarını kullanarak mümkünse o şeyi gerçekten tanımlamak mümkün müdür? Bu yüzden edebiyatı tanımlamak yerine, edebiyat vasıtasıyla tanımladıklarımızı tanımak daha anlamlı geliyor bana. Adlandıran Süleyman'ın mührüne sahip olmuştur, edebiyat öyle bir tılsımdır ki eşyaya, duyguya, tabiata söz ile bir anlığına da olsa hükmetmeyi sağlar. Sartre Edebiyat Ne İşe Yarar kitabında tanımlamak bahsini şöyle anlatıyor:

"Konuşmak, eylemektir: adlandırılan her şey daha o anda eskisi gibi değildir artık, arılığını yitirmiştir. Birinin bir davranışına bir ad verirseniz, bu davranışı ona göstermiş olursunuz: kendi kendini görür adam. Ve bu davranışı, aynı zamanda, bütün öteki insanlar için de adlandırmış olduğunuzdan, adam kendi kendini gördüğü anda başkaları tarafından da görüldüğünü bilir." Bu elbette ebedi bir hakimiyet değildir. Fakat yalnızca edebiyatın büyüsü sayesinde hakikatin üzerindeki sır perdesi bizim için bir anlığına kalkar. Kendi evimize, dışarıdan bir yabancıya bakar gibi bakma imkânı yakalarız dilin bizi kendimizden sıyıran gücü sayesinde. Dünyayı tanımak, kendimiz ile aramıza mesafe koymakla mümkün. Dil, düşündüklerimizi içimizden aşama aşama çıkarıp, tasnif edip, yeri gelince süsleyip önümüze diziyor.

Ve biz kendi parçamız olan şeyi tahlile kalkıyoruz. Bu tahlil ile kendimizi tanıyoruz. Tanımak, eylemek demek değil ama eylemin kapısını aralayan bir anahtar. Alışkanlık, yalnızca seyir hâlini devam ettirir, oysa edebiyatın dilde açtığı boşluk sayesinde seyir hâlinden görme hâline geçeriz. Edebiyat, alışkanlığı ve rutini kırarak dünyaya bakışımıza çocuksu bir hayret katar. Bir kuşu şiir, bir ağacı ev, bir kediyi masal yapan şey edebiyatın bizi kendimizden sıyıran gücü sayesindedir. Ancak bu sayede, kelime yaşamsal ihtiyaçları ifade aracı olmaktan çıkıp yaşamın bizatihi kendisi olur. Edebiyat, kendi kendimize şahitlik etmenin bir yoluna dönüştüğünde kendimizi değiştirmenin, karakterimizdeki alışkanlığı kırmanın, hatta bir ölçüde toplumdaki genel uyuşukluktan kurtulmanın da bir yoluna dönüşür. İyi müzik insana kulak sevinci verir, kulaklarımız neredeyse kutsal bir şeye temas etmenin sevincini hisseder. İyi bir resmi ve manzarayı temaşa etmek göz sevinci ile bizi güzelin iklimine taşır. İyi bir edebi eser de bize dil sevinci verir, kalbimiz neredeyse dilimizde atar. Vecde yakın bir hayranlık duyarız, kalbimiz inceliğin ve güzelliğin yaldızlı ülkesinde sevinir.

Pablo Neruda, hiç Cortazar okumamış birini hayatında hiç şeftali yememiş birine benzetirken bir tür dilsel tad kavramına temas etmiştir. İyi bir şiiri, öyküyü okurken yer yer bir nehrin serin sularını dudaklarımızda hissederiz, bazen dilimizin altına bir akide şekeri konuverir, bazense okuduğumuz metindeki geceden ürpeririz, dilimizi bir karanlık kaplar. Edebiyat insanı, burada kalma konforu ve garantisiyle oraya götürür, bu yüzden her kitap bir başka ruh ikliminde yolculuk demektir. Burada ve kendinizdesinizdir, muhtemelen hayatınız boyunca pek çok başka kişi olmak istediniz, bir başkası olmanın nasıl bir his olduğunu hep merak ettiniz, fakat kendinize mahkumsunuz. Çeliğin ve balyozun ülkesinde, delicesine büyüsüz, mucizesiz bu dünyaya her sabah uyanmaya ; ait olmadığınızı düşündüğünüz bir zamana itilmeye mahkumsunuz. Oysa şimdi o rafa uzandınız ve işte elinizde Suç ve Ceza, bu sizin Petersburg'a uçuş biletiniz, sizin için bir zaman makinesi. Yalnızca okuyarak, bir kitabın size sağladığı bu imkân dahilinde Raskolnikov'sunuz, Sonya'sınız, Marmeladov'sunuz, tefeci bir kadını öldürdünüz, uzun ruhsal çatışmalar yaşadınız, sürgüne gönderildiniz, bunu burada kalarak yaptınız. Edebiyat, işte tam olarak bunu sağlıyor.

Estetize edilmiş dil ve hayal gücünün ustaca kurgusu size bir an için bir başka hayatı bahşetti. Mario Vargas Llosa bir makalesinde bu durumu şu sözlerle anlatıyor : "Edebiyat, yazgılarına boyun eğen, yaşadıkları hayattan hoşnut olan insanlara hiçbir şey söylemez. Edebiyat, asi ruhu besler, uzlaşmazlık yayar; hayatta çok fazla şeyi ya da çok az şeyi olanların sığınağıdır. İnsan, mutsuz olmamak ve bütünlenmek için edebiyata sığınır. La Mancha kırlarında kemik torbası Rosinante ve şaşkın Şövalye'yle birlikte at sürmek, Kaptan Ahab'la birlikte bir balinanın sırtında denizlere açılmak, Emma Bovary ile birlikte arsenik içmek, Gregor Samsa'yla birlikte böceğe dönüşmek: Bütün bunlar, kendimizi bu adaletsiz hayatın, benliğimizi saran birçok özlemi dindirebilmek için birçok farklı insan olmak istememize karşın bizi hep aynı insan olmaya zorlayan hayatın yanlışlarından ve dayatmalarından arınmak amacıyla icat ettiğimiz yollardır."

Bir kuşu şiir, bir ağacı ev, bir kediyi masal yapan şey edebiyatın bizi kendimizden sıyıran gücü sayesindedir. Ancak bu sayede, kelime yaşamsal ihtiyaçları ifade aracı olmaktan çıkıp yaşamın bizatihi kendisi olur.

İmgenin ve anlatının icadı, pek çok şeyin icadından daha evveldir. Çünkü insan muhayyileye, mitleştirmeye, öyküye, şiire en az ateş kadar muhtaçtır. Çünkü mit, mahiyetini asla tam olarak kavrayamayacağımız bu dünyada bize devlerden, cinlerden, perilerden, tek boynuzlu atlardan, titanlardan, orman nemflerinden, anka kuşundan ve daha nice büyüsel varlıktan örülü bir güvenli bölge inşa eder. Bu güvenli bölgenin inşasına, her toplum kendi kültürel kodları doğrultusunda bir taş koyarak katılır ve biz dilin bu büyülü çeperinde kendimizi uzun ve kadim bir anlatının bir parçası hissederiz. Oysa yeni dünya artık gerçeği tüm çıplaklığıyla ifade etme telaşında gerçeğin aleviyle kendi dilini yaktı, artık kekeme bir dünya var karşımızda.

Bizim eski, gururlu tapınağımız yerini dijital ve şeffaf bir mekânizmaya bıraktı. D.H.Lawrence bunu kozmozun yitirilişi olarak tanımlıyor ve şöyle anlatıyor : "Bizim güneşimiz eskilerin kozmik güneşinden tamamen farklı, daha önemsiz. Güneş dediğimiz şeyi görebiliriz ama Helios'u sonsuza kadar kaybettik. Kozmosu kaybettik ve bu en büyük trajedimizdir." Günümüzde edebiyat tam olarak bu işlevini yitirdi, edebiyat güneşten bir sembol ve mit yaratır, güneşin fiziksel ve kimyasal sistematiğini incelemek astronominin konusudur. Oysa bir teşbih yoluyla söylersek, günümüz edebiyatı güneşin tahliline öyle daldı ki Helios'u, Ra'yı, Surya'yı, Utu'yu unuttu. Edebiyattaki mekânikleşme ve belki biraz da Hollywood etkisiyle kurgunun bu denli yüceltilmesi dilin alışkanlığı kırma yetisini zayıflattı. Hayal gücü ile beslenen kurgu önemli olmakla birlikte, bir şeyin değerini sonunun ne kadar şaşırtıcı ve vurucu olduğu belirliyorsa değiştiren ve dönüştüren edebiyattan bir tüketim malzemesi olan edebiyatın sahasına geçmişiz demektir.

Edebiyat bir tüketim nesnesine dönüştükçe de "edebiyat ne işe yarar" sorusu anlamsız hâle gelerek "edebiyat kimin işine yarar" sorusuna dönüşmektedir. Fransız romancı Michel Butor bu durumu edebiyat krizi olarak adlandırıyor ve basılan eser bolluğuna karşın, tam bir entelektüel durgunluğun söz konusu olduğunu söylüyor. Edebiyat okuyanı davet edeceği bir keşif ve tefekkür sürecinden arınarak salt bir üretim sürecine döndüğünde gelecek nesillere kalacak şey yalnızca bir sayfa çöplüğü olacak. Bu yüzden nitelikli metin ile insanı köleleştiren metin ayrımını yaparak kelimelerden ve imgelerden örülü o kadim tapınağa geri dönmeye çabalamakta fayda var.

Edebiyat sürekliliğini ve ihtişamlı bir direniş olarak varlığını, müstakil bir varlık olan insandan beslenmesine borçludur. Her insan kendi başına bir dünyadır ve kişinin kendi kıyameti kadar kendi doğumu da özeldir. Edebiyat, dünyaya gelen her insan vasıtasıyla yenilenme, arınma imkânı bulur. Edebiyatın hayat veren kudreti buradan gelir, çünkü her yeni hayat ile birlikte edebiyat yenilenir. Ve insanı anlatma iddiası, gerçeği anlatma iddiasından daha önce gelir edebiyatta. İnsanın gerçeğine ise önce insanı tanımakla ulaşılabilir. Mustafa Özel'in bir röportajında söylediği gibi " Roman mert kurgudur, sosyal bilimler namert kurgu. Roman kendine fiction diyor, yani kurgusal olduğunu açık seçik beyan ediyor; diğerleri ise "gerçeği" dile getirdikleri iddiasını hiç elden bırakmıyorlar."

O hâlde edebiyat, insanın dilin estetize edilmiş bir formuyla kendi gerçeğini bulmasına yarar diyebiliriz. İnsanın ömrü doğduğu günden bu yana kendine şahitlik etmekle, kendi gerçekliğini keşfetmekle geçer. Sanat tüm çocukları ile bu işe yarar, fakat edebiyat diğer sanat dallarına göre öne atılıp söz alacak kadar cesurdur. Neredeyse hepsi adına sözcülük eder. Başlangıçta söz vardır, bitişte de öyle olacaktır.

*"Başlangıçta Söz vardı. Söz Tanrı'yla birlikteydi ve Söz Tanrı'ydı."