Bozkır - 2

Şimdinin içerisinde, bu bozkırın ortasında her şey stabildir. Her şey sarı. Her şey olağan. Her şey öte.
Şimdinin içerisinde, bu bozkırın ortasında her şey stabildir. Her şey sarı. Her şey olağan. Her şey öte.

Türkiye'de bozkırı görmeden hiçbir yere gidemezsiniz. İlla görünür bir yerde. Sarı. Uzun. Kendini kendisiyle çarpar bozkır. Kendini ancak böyle açıklar. Kendisinin karesini alır. Kendi olma fırsatını da verir size böylece.

  • "Ben denizi şimdi gördüm çünkü bozkırdan geldim
  • kervankıran bozkırdan, o bozkırdan geldim"
  • (Turgut Uyar – Bozkır Tayfasıdır)

Genelde Neşet Ertaş'la açılır bozkır İstanbul'da. Neşet Ertaş'ı çıkaran bozkırsa birkaç romantizmle geçilir. Bozkırı düşünen var mıdır aramızda? Oradan geçilir. Öyle bir yerdir. Mecbur kalınmadıkça durulmaz. Türkiye'de bozkırı görmeden hiçbir yere gidemezsiniz. İlla görünür bir yerde. Sarı. Uzun. Kendini kendisiyle çarpar bozkır. Kendini ancak böyle açıklar. Kendisinin karesini alır. Kendi olma fırsatını da verir size böylece. Bir göçebe topluluğu bile olsa şahsı vurgular kalabalıklardan önce. Bir şeye üzülünce hemen tek başınıza kalacağınız, düşüneceğiniz bir yer verir size. 2001 yılında sekiz yaşındayken, azarlandığımda koşarak çıkmıştım köyden. Öğle sıcağında. Oturdum bir tepeye. Ne ağaç var ne de iz. Sap sarı tarlalar, yollar. Uzakta belli belirsiz dağlar ve tepeler. Dikkatimi dağıtacak hiçbir şey yok. Kendimden başka bir şey yok. İşittiğim azardan başka bir şey canlanmıyor kafamda. Bozkır, beni benimle çarpıyor. İlk defa öğreniyorum bunu böyle. Bir insan bile yok bu sarılıkta. Ekseri hâlkı esmer olan bu sarılıkta.

Coğrafyaların, iklimlerin, gıdaların insana olan tesirini anca yirmi sene sonra çözebildim. Geçmişte elbet vardır, çok bilgim olmamakla birlikte, bozkırın çıkardığı şair sayısı, Ormanların çıkardığı şair sayısından fazla görünüyor. Artvin – Rize dolaylarına gittiğimde yapay bir efkârla şöyle etrafa baktığımda, beni donduran o yeşil güzellik yok bozkırda. Ormanlar, yeşillikler donduruyor insanı. Zaten güzel bir şeye bakıyorum hissiyatını iliklerinize kadar hissediyorsunuz. Tamamlanması gereken bir şey yok ortada. Her şey çok güzel. Bozkırda bir tepeye oturup uçsuz bucaksız sarılığı izlerken, hissedilen ilk şey, zihnin bozkırdan kopup hayale dalmasıdır. Varla yok arasındadır. Şairseniz şiiri düşünürsünüz. Dikkatiniz nerdeyse, onunla ilgili bir hayale veya fikre kapılırsınız. Sizi sizinle çarpar.

Türkmenlerin ekserisi Orta Asya bozkırlarından fetihler yaparak gelmesi de bana bunu anımsatır biraz. Ufuk, hayal, öteyi görme ve sürekli gitme isteği. İsmet Özel'in dediği gibi "ben atlara ve uzaklara hayrandım". Hep sanki bozkırın bir ucu varmış da bitecekmiş gibi bu sarılık. Dertlerin nihayeti yoktur. Bozkırın nihayeti yoktur. Bitmez de. Tabiatın, toplulukları böyle etkilediği de düşünülebilir. Bozkır ahâlisi açıcı, orman ahâlisi ise kalıcıdır biraz. Bozkırla fetih yapıp, ormanla iskan edebilir gibiyizdir. Karadenizlilerin inşaat işlerinde mahir olması bununla açıklanabilir mi? Yani bu geleneğin başlamasının bilinçaltı anlamında. Bozkırda evler dip dibedir. Atadan akılda çadırlar kalmıştır. Çadır mantığı devam eder aslında. Mahrem uzakla değil yakınla işletilir ilginç şekilde. Dünyada hem bu kadar birbirine yakın oturup, hem de bu kadar bireyselleşen bir coğrafi topluluk var mıdır bilmiyorum. Bozkırda düğünlerde kollar genellikle birbirine bağlanmaz. Hâlây ya da horon (varlıklarını tehlikeye düşürecek, birlik olmalarını gerektirecek herhangi bir yabancı unsur yoksa yakınlarda) yoktur. İki kişi gayet bireysel bir efelikle karşı karşıya geçer ve çalım atar birbirine. Çünkü gider de bir tepeye kendiyle ufuklar boyunca yalnız kalır da tasarlar. Bozkırda dedikodu da çoktur bu yüzden. Herkes biraz ötekinin zihnindedir. Kemal Tahir romanı gibi.

Göçebeler göçerken, bütün yerler yerleşikler tarafından kapılmış da mecbur kalıp çökmüşler gibidir bozkıra. Kimse anlam veremez. Buna rağmen emeklilik hayalinde en başta gelir. "Saz çalınmazsa valla düğününe gelmem oğul" diyen babaannelerle doludur içleri. Topluluk hâlindeyken hep neşeyle ilerlenir bozkırda. Yalnızken de bir o kadar üzgün ve yanıktır. Savaşı fazla görmemiştir ama savaş yapılan coğrafyalardan çok şehit vermiştir uzaklarda. Ayısı yoktur bozkırın. Tehlike anında bir ayıyı öldürecek kadar vahşileşemezsiniz bozkırda. Bir kurdu izleyecek kadar da kurnaz yapar insanını. Bu özellikler şehirde de devam eder. Geniş yürekliliğinin "durağ diğneğ yohtur". İyilik yaparken akli değildir. Kötülük yaparken de. Büyütülen erkek çocukları, babalar tarafından yanağından hiç öpülmez.

Sarılığı; devletin sarısıyla, güzellerin sarısı arasında gidip gelir. "Güzelleri çoktur amma anca gendilerine yeter" der Neşet Ertaş. El hak doğrudur. Bozkır nerdeyse oraya ortalamasını verir. Bulunduğu yerin ortalamasını verir her zaman. Bulunduğu yerin normalidir. Ona göre hesap yapılır. Ona göre ölçü biçilir. Şöyle durup bir buğday tarlasına bakınca, vakit ne de bol gibidir, gün ne de olaysız gibidir bozkırda. Her şey iki defa söylenir bu yüzden. Bir yağmur başlasa, "iyi yağmur yağıyor" denir. Ve uzaklara bakınırken bu cümle en az iki kere tekrar edilir. Her şey en az iki kere tekrar edilir. Neşet Ertaş'ın "bilmem azdan çok anlar mısınız?" dediğidir yani. Kendisiyle çarpılır her şey bu olaysızlıkta. Kötü olan şeyler hep uzaklarda olmuştur. Konuşulur. İyi olan şeyler de hep uzaklarda olmuştur. Heveslenilir. Şimdinin içerisinde, bu bozkırın ortasında her şey stabildir. Her şey sarı. Her şey olağan. Her şey öte.

  • Ey bozkır! ey saçmalara, karabina kurşunlarına takılı
  • Acı kuş
  • Acılığı bozkıra bir belge gibi iliştirip giden
  • Niye bir menzil cambazının ölümsüz yüreğidir
  • Ve yolcu, sanrı değildir senin gördüğün
  • Gelir o yüreğin pınarına bir kurt bile çömelir.
  • (Edip Cansever, Oyun Oynayanlar)