Bu çağda sinema neyi görmemizi istiyor, neyi gizliyor?

 Bu çağda sinema neyi görmemizi istiyor, neyi gizliyor?
Bu çağda sinema neyi görmemizi istiyor, neyi gizliyor?

Sinema… Bize kaybettiğimiz derinliği geri verebilir. Tarkovsky’nin savunduğu gibi, film körlüğümüzde bize izin verilen gerçeğe bir bakıştır. Görmeyeni görmeye, söyleyemeyeni dillendirmeye, duymayanı sarsmaya çalışır. Bu yüzden sinema, sadece bir eğlence değil; bir farkındalıktır. Bir tanıklıktır. Bir müdahale biçimi.

“Eskiden bataklık uzaktan görünürdü... Şimdi görünmüyor. Çünkü içindeyiz”. Mektup (1997) filminde duyduğumu sandığım bu cümle sadece bir karakterin değil, bir çağın itirafı. Yaşadığımız yerler birbirine benzeyen yüz binlerce yapının yükseldiği beton ormanları. İnsanların birbirine çarptığı ama temas etmediği sokaklar. Görmeyen, duymayan, bilmeyen kalabalıklar. İşte tam bu noktada bir şey devreye giriyor: Sinema. Bir dış göz ama bir akisten fazlası. Bir ses kaydından daha öte. Bir hafıza biçimi. Yeniden hatırlama girişimi. Sinema bize yalnızca olanı değil, olanın, olmayanın ve olması arzulananın, olmadığı için acı veren şeyin nasıl hissettirdiğini anlatır. Ne olması gerektiği de saklıdır bu ifadede. Sokağın hem gündemini hem boşluğunu barındırır filmler. Yaşadığımız kentlere ve hayata oradan bakarız. Oyuncular değil; bizler oynarız orada, hem de en derinlerimizdeki sırları açarak.

Sinema… Bize kaybettiğimiz derinliği geri verebilir. Tarkovsky’nin savunduğu gibi, film körlüğümüzde bize izin verilen gerçeğe bir bakıştır. Görmeyeni görmeye, söyleyemeyeni dillendirmeye, duymayanı sarsmaya çalışır. Bu yüzden sinema, sadece bir eğlence değil; bir farkındalıktır. Bir tanıklıktır. Bir müdahale biçimi. Salt bir seyir de değildir izleyicinin deneyimlediği. Aksine içe ve dışa seyahattir; zamanı ve mekânı belli bir süreliğine askıya alan. Mullarkey’in söylediği gibi film çok-duyulu bir yörüngedir. Görürüz, ancak aynı zamanda duyarız, hissederiz, hatırlarız. Bir tren sesiyle ayrılığı, bir sokak lambasıyla yalnızlığı, bir duvar yazısıyla başkaldırıyı duyumsarız. Filmdeki -senaryo, kurgu, ses, ışık, oyun, açı, hareket, kadraj- tüm parçalar bir araya gelerek yaşamı yeniden anlamlandırırlar. Film biter ve biz başkalaşmış olarak kalkarız yerimizden. Artık hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağını hissederek; duygularımızın ücralarında salınırız.

Bizler sadece bir yerin mukimleri değil, bir filmin figüranlarıyızdır: Denebilir ki, her hayat bir film ve her film de bir yaşam fragmanıdır. Film izlemek, film hakkında konuşmak, onu okumaya çalışmak; bir toplumu, bir dünya görüşünü, bir ruh halini otopsiye yatırmaktır bu yüzden. Bazı teori(syen) ler sinemayı, toplumsal gerçekliğin bir yansıması olarak görürler. “Kamera bir aynadır” derler: Gerçeği çeker, gösterir ve hapseder. Ama başka kuramcılar, tam da bu noktada durur ve sorar: “Gördüğümüz şey gerçek mi, görmemiz istenen mi, hatta görmek istediğimiz mi?”

Film, hem -ister destekçi ister muhalif olsun- içinde bulunduğu çağcıl gerçekliğinden hareket eden ve gerçeği yeniden üreten bir araç hem de kendi başına yeni bir gerçekliktir. Hem toplumdan türeyen hiçbir şey toplumun dışında kalamaz. Bu nedenle filmler gerçeği kullanırken; aynı zamanda gerçek de filmleri kullanır. Yaşam, özellikle bu çağda ekranda(n) yansır. Evet, filmler her zaman dürüst olmazlar. Ama onlar yalan söylediklerinde bile, Zizek’in söylediği gibi, toplumsal yapımızın kalbindeki o derin yalanı açığa çıkarırlar.

Ve çoğu zaman bu yalanlar, umutlarımızla örtüşür. Sansasyonel gişe filmleri… Nefes kesici kurtarmalar, imkânsız aşk hikâyeleri, ahlaki kahramanlıklar, karanlık ama büyüleyici suçlular, güzellikte sınır tanımayan yüzler… Kracauer sorar: “Bunlar gerçekten var mıdır?”

Ve cevabı yine kendisi verir: “Evet, gerçekten varlar”. Böyledir, çünkü toplum yalnızca gördüğümüzle değil, hayal ettiğimizle de var olur. Sinema da tam bu sınırda, gerçek ile düş arasındaki ince çizgide yürür. Dahası, gerçeği kökten değiştirebilecek düşler kurgular.

Film ve gerçek birbirlerini temsil ederler, dönüştürürler, bazen de çarpıtırlar. Bu simbiyotik ilişki bir tür ortak eylemdir. Ve bu yakınlığı tarif etmek için pek çok metafor üretilmiştir bugüne dek. Tabor’un sinema için kullandığı metaforlar bir hayli çarpıcıdır: X-ışını cihazı, ayna, anahtar deliği, tabanca ve kalkan. Şayet sinema izleyici için sadece görsel bir deneyim olsaydı; bu metaforlara gerek olmazdı. Öte yandan sinema endüstrisinin insanları birer izleyiciye indirgemeye kastettiği de -bununla çelişmeyen- diğer bir gerçektir.

Sıradan hayatın rutininde körleşen duyularımıza, sinema yeniden hayat verir. Zamanı eğip büker. Mekânı soyutlar ya da aşırı somutlaştırır.

Evet, Kracauer’in dediği gibi filmler egemen toplumun aynası olabilir. Ama bu aynanın işlevi yalnızca yansıtmak değildir. Sinema için -kanımca- en isabetli metafor ayna değil; anahtar deliğidir. Çünkü ayna yüzeye odaklanır; anahtar deliği ise derinliğe. Ayna gösterir; anahtar deliği hissettirir. Ayna bize kendimizi gösterir; anahtar deliği -kendi gözümüzün ayartılarıyla beraberbaşkalarının hayatlarını. Bu yüzden bir film sadece gözle değil; sezgiyle, duyuyla, deneyimle okunabilir. Beyaz perdeye yansıyan sadece görüntü değil; bireyin ve bazen bütün bir toplumun hatırası, arzusu, inkârı ve çelişkileridir.

Bir aynaya çoğu zaman zorunluluktan bakarız. Ama bir anahtar deliğinden bakmak —o bastırılamayan merak, karanlık fanteziler, görünmeyeni görme arzusu… İşte bu, sinemanın özüdür: Kapalı kapılarla dolu bir dünyada bir çatlak, bir kaçak yol, bir göz izni. Aynanın karşısında tüm beden aktiftir; ama anahtar deliğinde yalnızca gözün yetkisi vardır.

Filmler yalnızca geçmişi yeniden oynatmaz. Aynı zamanda geleceği tahayyül eder —ve çoğu zaman da önceden bildirir. Filmler, bu kurmacada, yaşamı önceden varsayar; yaşam da bu varsayıma ayak uydurur. Yani filmler yaşama önayak olur; onu asla gerisinden takip etmez. Böyle olsaydı; yaşanmış her kaydı izlemek yeterdi bize. Ne var ki, film izleyerek büyük oranda henüz gidilmemiş bir yerin, keşfedilmemiş bir düşüncenin veya yeterince kanıksanmamış bir inancın izini süreriz. O kadar ki, toplum, Zizek’in tespit ettiği gibi, kendisini artık yalnızca filmlerle üretebilirler. Tıpkı Baudrillard’ın, Amerikan şehirleri sanki filmlerden imal ediliyor demesi gibi…

Kamera basit ve edilgen bir göz değildir. Kamera yalnızca görüntü yakalamaz; gerçekliğe biçim verir. Kamera gerçekliği fiziksel dünyadan hareket eder ama her zaman onun ötesine geçer: Gerçekliği kaydetmez sadece —onun yerine yeni bir gerçeklik önerir. Bir anlam dünyası, bir gösterge evreni tasarlar ve yaşar. Zamanla, bu yeni gerçeklik o kadar baskın hâle gelir ki, gerçeklik görsel bir anlatıya zorlanır ve an’lar simülatif serpintilere dönüşür. Bu yüzden bugün artık bizler filmleri yaşamın kendisiymiş gibi izliyor ve sinematik örüntülere öykünüyoruz.

Özellikle bu çağ, insanların eşyanın hakikatini “göz temasıyla” idrak etmeye çalışırken; görmek suretiyle kayboldukları bir çağ. Başkalarının fantezi ve savlarıyla doldurulmuş bu görüntü bataklığından bir lahza çıktıktan sonra, kendi hakikatimizle yüzleşip; görerek körleştirildiğimiz bu çağda derinliğe davet eden tefekkürü ve yitik hayreti yeniden sarmalayabilecek miyiz? Belki de esas kritik soru(n) budur.

Bu yazının başlığı yazardan bağımsız editoryal olarak hazırlanmıştır.


Yorumunuzu yazın, tartışmaya katılın!

YORUMLAR
Sırala :

Bu içerik ile ilgili yorum yok, ilk yorumu siz yazın, tartışalım