Bugün Doğulu kimdir, Batılı kim olur? Kültürel kimlik yeniden tartışılıyor

Bugün Doğulu kimdir, Batılı kim olur? Kültürel kimlik yeniden tartışılıyor
Bugün Doğulu kimdir, Batılı kim olur? Kültürel kimlik yeniden tartışılıyor

Dünyevi ve Kutsal, Hayaletbilim ve Yavaşlık Felsefesi gibi eserleriyle tanıdığımız Özgür Taburoğlu ile Türkiye’de kültürel sürekliliğin mümkün olup olmadığını konuştuk.

Şöyle başlayalım: Doğu-Batı kimlik sorunumuz, kültürel varoluş krizimiz sizce geçti mi? Yoksa bu krizi hâlâ yaşıyor muyuz?

Bu soru hâlâ sorulabiliyor ise bu sorun ufkumuzdan çıkmamış diye düşünebiliriz. Belli bir yerden ve zamandan gelen ve bize asırlardır musallat olan bu soru bizi celbediyor, yeni, döneme uygun cevaplar bekliyor sanki. Fakat Doğu’nun kapsamı artık coğrafi olmaktan biraz çıkarak daha muhayyel bir coğrafyaya gönderme yapıyor sanki. Özellikle koloni-sonrası dünyada, küresel koşullarda Doğulular ve Batılılar aynı ortamda yaşam sürüyorlar. Kültür bir üst yapı muhtevası olmaktan uzun zamandır çıktı. Hatta iktisadi, sosyal, siyasal katmanlar için bir belirlenim oldu. Yani Doğulu ve Batılı denilenler zamanımız için daha çok kültürel bir ayrıma işaret ediyor. Doğular ve Batılar ortaya çıkıyor bu durumda ve onlar maddi koşullarını kendisi yaratıyor. Farklı sermayeler de bunda etkili oluyor. Sermaye artık sadece iktisadi nitelikte değil, sosyal, siyasal ve kültürel sermayelerden de söz edebiliyoruz. Bu nedenle kimin Doğulu kimin Batılı olduğu bu katmanlara göre değişebileceği gibi, zaman içinde de sürekli yeniden tanımlamaya muhtaç bir ayrım.

Türkiye’de akademi, kültürel çalışmalarda (ve belki “maarif davasında…”) nerede duruyor? Sizce, aradan geçen 100 yılda ortaya çıkıp biçimlenmiş bir Türk Kültürel Çalışmalarından söz edebilir miyiz?

Kültürel çalışmaları büyük kültür bloklarını, medeniyetleri hatta ırkları birbirinden ayırmak için başvurulan bir çalışma sahası gibi düşünmemeli sadece. Fakat böyle bir okuma Türkiye’de sosyal bilimlerini tesisiyle zamandaş sayılabilir. Ziya Gökalp kültür odaklı bir yaklaşım ortaya koyar. Hilmi Ziya Ülken, Ahmet Hamdi Tanpınar, Cemil Meriç gibi kuramcılar ve bazı edebiyatçılar birer kültür kuramcısı gibi eserlerini verirler; Yakup Kadri, Kemal Tahir, Oğuz Atay gibi. Yani materyalist bakış açısından çok önce böyle bir gelenek var gibi. Ama kültürel çalışmaların çağdaş yaklaşımlarında kültürün çözünürlüğü bireylere kadar iniyor. Her yaşam biçimi kültürel bir manzume gibi okunabiliyor. Her birey bir kültürel fail olarak geziniyor. Daha çok postmodernist kütüphane bu yaklaşımı teklif ediyor.

Türkiye kültürel süreklilik noktasında “kendine” bakmayı öğrenebildi mi yahut bunun için potansiyeli var mı?

Üniversite yıllarımda postmodernizm tartışmaları Türkiye’ye taşınmıştı. Modernizmi de postmodern kütüphane içinden öğrendim biraz. Modernlik sanki olumsuz bir zaman parçası gibi eleştirel ilginin odağı oldu. Bu ve benzeri sayısız kavramsal araç böyle bir anda ülke sınırlarından içeri girebiliyor. Batılı cemiyet ve fertlerin kendi deneyimlerinin bir yansıması olan öğretiler bizim Doğulu denilen bağlamımıza taşınıyor. Böyle bakınca da böyle oluşmuş kavramsal bir alet kutusunu kullandığımız zaman mevcut kavramlar bağlamı karartıyor. Kendimizi bir çeşit yanlış anlamanın ve anakronizmin içerisine yerleştiriyoruz. Kendine bakma sorunu dediğiniz sanırım böyle bir açı ve mesafe farkı olabilir. Batının şarkiyatçı bakışına bizim garbiyatçı zaviyemiz eklenince ortaya bir garabet çıkabiliyor bazen.

Gelenekten bahsedelim istiyorum biraz da. Birçok alanda olduğu gibi kültürel alanda da genç-yaşlı kutuplaşmasından bahsedebiliriz herhalde… Tüm bu kutuplaşmalar arasında Türkiye’de kuşakların takip ettiği, birden fazla kuşağın okuduğu ve nesilleri etkileyen kitaplar/yazarlar hangileri?

Kültürel çalışmalar, az önce de dile getirdiğimiz gibi, iki farklı anlama sahip gibi.
Kültürel çalışmalar, az önce de dile getirdiğimiz gibi, iki farklı anlama sahip gibi.

Genç arkadaşlarımız böyle bir kuşak farkını kapatabileceğimiz bir fark gibi görmüyorlar çoğu zaman. Eskiden bir kuşak sığan bir zaman aralığına, birden fazla kuşak sığabiliyor artık. Bir üst kuşak olduğundan daha yaşlı görünüyor bu durumda. Bu geniş ve derin boşlukta “boomer” denilen bir tipleme hayat buluyor. Böyle birisiyle herhangi bir irtibat, kültürel diyalektik, dinamik kurulması genç arkadaşlar için zor. Bu durumda erken Cumhuriyet kadrolarının umutla beklediği sosyal dayanışmanın oluşması zorlaşıyor. Bunun bir koşulu da ortak yazarlar, sanatkârlar veya düşünürlerin bir ilham birliği içinde buluşmaları… Bir de okuryazarlığın dünyasından görsel-işitsel bir ortama taşındığımızda bu ortaklık zemini daha da azalıyor.

Peki bizim gibi arada kalmış toplumların kendi geçmişiyle, geleneğiyle kurduğu, kuramadığı bağlar ve bunun etkileri hakkında ne düşünüyorsunuz?

Bu tür bağlar ve gelenek vurgusu, biraz da ulus-devlet olma sürecinin ve belli milletleri konsolide etmenin gereği modern bir sözlüğün parçaları. Artık böyle bağlantılar daha ulus-aşırı ve yeryüzü ortaklığı zemininde kuruluyor gibi geliyor bana. Örneğin Z Kuşağı denilen genç arkadaşlar dikey değil de daha çok yatay bağlantılar oluşturuyorlar. Bu sebeple geleneğin bakiyesi olan ilişkiler bir sosyal yazgı gibi yaşanmıyor. Fakat bir yandan da hâlâ ulusal sınırlar, kapalı iktisadi koşullar, belirli sosyal alışkanlıklar ve fobiler, kalıtsal siyasal tavırlar da mevcut etraflarında. Yer yer birbirine muhalif yatay ve dikey bağlar içerisinde aynı anda dengeli kalmaya çalışıyorlar.

Bizde Türkiye'nin ruhunu yakalayabilmiş isimler kimdiler? Sizin de üzerine çalıştığınız Tanpınar, Orhan Pamuk, Kemal Tahir, Oğuz Atay gibi isimler çok anılıyor bu konuda…

Oğuz Atay’ın ömrü vefa etse yazmak istediği Türkiye’nin Ruhu adında bir roman düşüncesi var biliyorsunuz. Bu yüzden onu düşünmeden sayabiliriz. Orhan Pamuk da eserlerini “edebi iş bölümü” gibi bir kavramdan hareketle kaleme aldığını söyler. Küresel olmanın Doğulu bir yazar için zorluklarından söz eder. Sizden beklenen Şark egzotizmini sergilemenizdir. Pamuk buna fırsat vermeyen anlatılar ortaya koyuyor. Tanpınar kuşkusuz bir deha. Onun eserlerini okuduğunuzda sözgelimi Tazminat ile erken Cumhuriyet yılları arasında bir süreklilik buluyorsunuz.

Son olarak, kültürel çalışmaları ve bu çalışmalardaki sürekliliği neden savunmalıyız…

Kültürel çalışmalar, az önce de dile getirdiğimiz gibi, iki farklı anlama sahip gibi. Çağdaş pratiklerinde kişiler düzeyinde bile ortaya çıkabilen kültürel farklar, tasnif ve tarif ediliyor. Oysa daha eski manasıyla, biraz da sosyal antropolojinin konusu olarak, büyük kültürel grupları, medeniyetleri ve ırkları ayırt etmeye yönelik bir çalışma alanı. Ama bunlar arasında bir süreklilik oluşturmak da gerekir. Çünkü her tekil birey kendi içinde bir bütünün, ortaklığın da hissesini taşır. Bu bağ ilk bakışta kaybolmuş görünse de öyle olmadığını da açığa çıkarmak böyle bir araştırmanın amacı olabilir. Bir de kültür bir kere inşa edilmiş, yapılanmış bir alan gibi görülmemeli. Sürekli yeni bağlantılar, zaman ve mekânda yeni yatay ve dikey bağlantılarla şekil ve muhteva değiştiriyor. Bu yüzden kültürel çalışmalar sürekli bir mesai olmalı sanırım.

Bu yazının başlığı yazardan bağımsız editoryal olarak hazırlanmıştır.