Bugün kötülüğe karşı durmak neden insanlığın en büyük imtihanı oldu?

Bugün kötülüğe karşı durmak neden insanlığın en büyük imtihanı oldu?
Bugün kötülüğe karşı durmak neden insanlığın en büyük imtihanı oldu?

“Her şey zıttı ile kaimdir.” derler eskiler. Yani her şey zıttı ile bilinir. Bu söze itirazı olan var mıdır bilmiyorum. Gerçekten, ne zaman birileri bize iyi dese kötüyü; güzel dese çirkini; aşağı dese yukarıyı; ileri dese geriyi; boş dese doluyu anımsamaz mıyız? Belli ki zihnin bir anlamlandırma süreci bu; insanın düşünce denizinde yüzerken tuttuğu bir pusula... Yerinde durmak bilmeyen şuur sancımızın kendi bütünlüğü içinde bulduğu bir çözüm.

İnsanoğlu için iyi ve kötü kavramları, belki de insanlık tarihinin en başından beri öne çıkan iki temel unsur. Kutsal kitaplarda bahsedilen Habil ile Kabil meselesi, iyilik ve kötülük kavramlarının köklerini işaret eder. O günlerden bu yana, “insanlığın büyük imtihanı” olarak ele alınır bu iki kavram. Dünya, iyiler ve kötüler arasında pay edilir; hayat, iyilikle kötülüğün savaşı şeklinde tasvir edilir. İnsanlık ailesinin her üyesi, kendini bu iki kutbun birinde konumlandırmak zorunda hisseder. Böyle bir meramla “Şuradayım ben.” demeyiz lakin eylemlerimizle, yaşadıklarımız ve dahi yaşattıklarımızla hangi tribünde yer alacağımızı kendimiz belirleriz.

Hayat keşmekeşi içinde elbette hiç kimse “Ben kötüyüm.” deme cesareti göstermeyecektir. Lakin yaşananlar, bizi zorunlu bir tercihin kollarına ya “iyiler” ya da “kötüler” kulvarına dâhil edecektir. Öyleyse, ilk önemli soru şu: Biz kendimizi hangi tarafta görüyoruz? Zihnimizde yankılanan bu soruyu yanıtlamak, sadece bireysel değil, toplumsal bir sorumluluğun da kapısını aralıyor. Var oluş sebebimizi, aidiyetimizi, hayatı anlamlandırma kabiliyetimizi ve geleceğe dair tüm hesaplarımızı işte bu koca soru işareti belirliyor.

Yüzyıllardan beridir insanoğlu, “Daha iyi bir dünya için çalışıyoruz.” iddiasıyla hareket ediyor. “Başkaları için de yaşayabilme” düsturunu dillere pelesenk eden siyasetçiler daha iyi yönetmek, eğitimciler daha iyi öğretmek, mühendisler daha iyisini üretmek, çiftçiler daha iyisini yetiştirmek, tacirler daha iyisini satmak gayesiyle yola çıkıyor. Az da olsa bunları başaranların olduğunu bildiğimiz gibi bugün içinde bulunduğumuz dünyada söylenilenlerin eyleme geçmediğini müşahede etmek hiç de zor olmasa gerek. Zira eğer kulağa hoş gelen yüzlerce, binlerce fiyakalı söz, süslü ve seçkin cümleler hakiki manada karşılık bulmuş olsaydı ve de bu çabalar gerçekte işlevsel kalabilseydi bugün savaşlar, açlık, gözyaşı ve kan hayatımızın parçası olmayacaktı. Bundan dolayıdır ki bu acı çelişki, insanlık tarihinin en hazin trajedisidir.

Peki, insanlığın “hep iyiliği isteme ama sonunda kötüye razı olma” trajedisi, bu şekilde, tüm coğrafyaların kanayan yarası olarak kalmaya devam mı edecek? Bu kaotik dünya resmi yaşayagelen her bireyin zihninde mi kalacak? Her şey herkesin gözünün önünde yaşanırken, dün Bosna’da, Çeçenistan’da, Vietnam’da, yaşandığı halde bugün Gazze’de, Doğu Türkistan’da, Suriye veya Ukrayna’da yaşanan acılar, hep tekerrür mü edecek? Bunca sorudan sonra daha önemli ve can yakıcı ikinci büyük soru burada geliyor: Biz insanlık ailesinin üyeleri, bir döngüden ibaret olan bu düzene razı olmayı; iyilerin ezildiği, yenildiği, hırpalandığı ve kötülerin güdümünde bir dünyayı kabullenmeye devam mı edeceğiz?

Bunca hakikati sorularla hatırladıktan sonra bir de üçüncü soruyu sormak durumundayız: Kötülüğe karşı koyabilir miyiz, koyarsak bu nasıl olacak? Bu soruya da yine kendi acizliğimiz içinde cevaplar bulmaya çalışalım o halde.

Kötülükle mücadelede birinci seçenek, iyiliği büyütebilmektir. İyilerin sayısını artırmak, iyiliği cazip bir seçenek haline getirmek şarttır. Çünkü çürümüş yapıların temellerini ancak çıkar gütmeyen, saf bir iyilik sarsabilir. Şu bir gerçektir ki, her gün biraz daha kötüye giden dünya, insanlık ailesinin ortak gayretiyle tekrar güzel bir yer haline gelebilir. Bunun için gerekli olan tek şey “insanlığın ortak duyguları”nda buluşabilmektir. Zira bugün Ukrayna’daki masum vatandaşlarla Gazze’deki masumları eşitleyen şey aynıdır. Her iki farklı dünya insanları savaşın dolayısıyla da kötülüğün kurbanıdır. Eğer bir kötü varsa iyiler hangi dinden, coğrafyadan olursa olsun aynı safta ve aynı düzlemdedirler.

Kötüleri ve kötülüğü yenme süreci uzun bir yolculuk aslında. Bu uzun ve meşakkat dolu yolculuk ise kendimizden başka bir yerden başlayamaz. Kendimizi iyileştirmeden, dünyayı iyileştirme hayaline kapılmak, boş bir serap kovalamaktan öteye gidemez. Gönüllerimizde tutuşturacağımız iyilik meşalesiyle ilk önce kendi adımlarımızı düzeltmek, gülümsemeleri büyütmek ve sağlam bir kararlılıkla yola çıkmak zorundayız. Bir tebessümün hayatta neleri değiştirebileceğine, haklı bir davanın tüm batılları yenebileceğine, dünyayı iyilerin iyileştirebileceğine inanmakla başlayabiliriz her şeye. İşte bu yüzden, “Eşref-i Mahlûkat” olan insan, yeniden asıl özünü bulabilir. Lakin bu iyileşme, menfaatten uzak, çıkar kaygısız ve saf bir hakikatin peşine düşmekle mümkün olacaktır.

İyilik erleri, bu kutsal savaşta şemsiyelerini birleştirmelidir. Bu şemsiye, semavi dinlerin, kadim ahlaki öğretilerin ve yüreklerimize işlenmiş asli değerlerin köklerinden filizlenmiş bir şemsiyedir. Güzel yarınların tohumları bugün atılırsa gelecek huzurlu günlerin muştusu posta kutumuza düşmekten başka yol bulamayacaktır. Her bir adımımız, her bir sözümüz, bu dünya için ya bir zehir ya da bir şifa kaynağı olma kabiliyetine sahipse eğer; gelin Yunus’ça sözler söyleyelim o vakit:“Gelin tanış olalım,/ İşin kolayın tutalım/Sevelim sevilelim,/Dünya kimseye kalmaz.”

Unutmayalım ki dünya, bizim aynadaki yansımamızdan başka bir şey değildir. Biz iyileşirsek iyileşecek dünya. Daha iyi bir dünya, daha çok şefkatle atan bir yürekte, daha fazla gülen bir yüzde ve daha samimi bir adımda gizlidir. Biz, o şefkati büyütmekle yükümlüyüz. Çünkü kıyamet bir çiçeğin gölgesinde bile ertelenir; yeter ki iyiliğe inanıp ona tutunalım.

Bu yazının başlığı yazardan bağımsız editoryal olarak hazırlanmıştır.