Bugün mülk yanılgısının insanı nasıl trajediye sürüklediğini gördük

Arşiv
Arşiv

Mülk yanılgısı insanın en büyük trajedisidir. Bütün korkularının sebebi, kaygılarının kaynağıdır. Kur’an’ın musibet anında söylememizi telkin ettiği bu sözün hemen öncesinde, insanoğlunun sınanacağı şeyleri sıralar; korku, açlık, mal ve can kaybı… Hepsinde bir kaybetme hali var. Kaybetme ise bir sahip olma yanılgısına dayanır. Allah, mülkün tek sahibi olduğunu ikrar etmemizi tam da malik olma hülyasına kapıldığımızda talep eder. Şöyle der âdeta: “Kaybetmeyle yüzleştiğinizde, zaten sahip olmadığınızı hatırlayın."

Bir öz arayışı olarak toprağa düşkünlük

Mülk bir yanılsamadır, insanlığın en kadim yanılsaması. İnsan malik olduğunu zanneder; toprağa, eşyaya, zamana… En çok da toprağa. İnsan yavrusunun bütün hikayesi toprakla giriştiği mücadeleden ibarettir. Toprak ondan, o topraktan bir şeyler almaya çalışır. Ne insan doyar ne toprak. En güzel insan, bunu şöyle ifade eder: “İnsanoğlunun bir vadi dolusu malı olsa ikinci bir vadi daha ister. İki vadi dolusu malı olsa üçüncüsünü ister. İnsanoğlunun gözünü ancak toprak doyurur.” Bu doymazlık iki taraflıdır. Toprak, milyonlarca canlıyı fosile çevirmiştir, ama doymak bilmez oburlukla üstünde gezen her canlıyı sinesine alacaktır.

İnsan, topraktan yaratılmıştır. Toprağa düşkünlüğünün sırrı budur. Özünü arar; özünü, yani ilk halini, geldiği yeri… Bu yüzden “Allah’tan geldik. Allah’a döneceğiz” deriz. Allah’ın elinden toprak olarak çıkan insanın toprak tutkusu, fabrika ayarlarına dönüş arzusudur. Âdem, “arz-toprak” anlamına gelen “edîm”den türetilmiş değil midir? “Ey iblis! Kendi ellerimle yarattığım varlığın önünde secde etmekten seni alıkoyan nedir?” (Sâd, 75)

İstircâ ayeti, “Kuşkusuz biz Allah’tan geldik ve yine O’na döneceğiz.” (Bakara, 156) şeklinde meallendirilegelmiştir. Fakat eksiktir. İki cümleden oluşur bu ayet; ilki “inna lillah”, ikincisi “ve inna ileyhi raciun”. İlk cümlede bulunan lafzatullahın başındaki “lâm” mülkiyet ifade eder. “Allah’tan geldik” diye meallendirilen cümlenin tam karşılığı “Biz Allah’ın mülküyüz.” şeklindedir. İnsan, Allah’ın mülküdür. Yaratılışında en ufak bir katkısı yoktur. Malik olma yanılgısı, yaratıcıya öykünmekten başka bir şey değildir.

En büyük trajedimiz: Mülk yanılgısı

İnsanın bütün kavgası bir kayba dayanır ve bütün kederi bir kayıptan doğar. Çünkü kaybetme, öncesine malik olmayı gerektirir. Hâlbuki başkasının olan, bir şeye malik olamaz. Köle, köle edinemez. Hikmet-i kadimenin ifadesiyle; “İllet olan şey kendi malulü için malul olamaz.” Yani bir şeyin nedeni olan şeye, neden olduğu o şeyin kendisi neden olamaz.

Mülk yanılgısı insanın en büyük trajedisidir. Bütün korkularının sebebi, kaygılarının kaynağıdır. Kur’an’ın musibet anında söylememizi telkin ettiği bu sözün hemen öncesinde, insanoğlunun sınanacağı şeyleri sıralar; korku, açlık, mal ve can kaybı… Hepsinde bir kaybetme hali var. Kaybetme ise bir sahip olma yanılgısına dayanır. Allah, mülkün tek sahibi olduğunu ikrar etmemizi tam da malik olma hülyasına kapıldığımızda talep eder. Şöyle der âdeta: “Kaybetmeyle yüzleştiğinizde, zaten sahip olmadığınızı hatırlayın.”

Mevzubahis ayetin ikinci cümlesi, birincisini tamamlar; “O’na döneceğiz.” Dönmek, bir yerden geldiğimizi hatırlatır. Mülk olarak geldiğiniz yerden malikinize döneceksiniz. Kur’an-ı Kerim ölüm ve sonrasını “dönülen yer”, o istikamete yönelmeyi de “dönüş” diye ifade eder. Ölümden her bahsettiğinde “Siz oraya ait değilsiniz” demiş olur; “Oraya ait değilsiniz, orada geçici olarak bulunuyorsunuz.

İki muvakkat emanet: Can ve arz

İnsan, iki emanet taşır: Can ve arz. Bu iki cevher, kendisine muvakkaten teslim edilmiştir. İnsanın aldanışı tam da burada başlar. Emaneti temellük etme gafleti... Gaflet değil, bu ihanettir aslında. Her ihanet gibi bu da bir güvenle başlamıştır. Allah, yeryüzünde ademoğlunu yaratacağım dediğinde melekler; “Yeryüzünde kan dökecek birilerini mi yaratacaksın?” diye mukabele ederek insana güvenilmeyeceğini söylerler âdeta. (Bakara, 30) İnsanın kendisine verilen emanete ihanet edeceğini “Yeryüzünü kana bulayacaklar” sözleriyle ifade ederler.

Buna karşılık insan söz konusu emaneti kendi iradesiyle tekellüf etmiştir; “Biz emaneti göklere, yerküreye ve dağlara teklif ettik, ama onlar bunu yüklenmek istemediler, ondan korktular ve onu insan yüklendi. Kuşkusuz insan, çok zalim ve çok cahildir.” (Ahzâb, 72) Dikkat edin, Allah insanı arza/toprağa emanet etmeyi teklif ettiğinde, toprak bunu üstlenmek istemez. Fakat toprağı insana emanet ettiğinde, insan bunu kabul eder.

Temellük enkazı: Malikler ve mülksüzler

Cahil ve zalim insan, toprakla toprak uğruna mücadele etmeye başladı. Toprağın emanet olduğunu unuttu. Önce onu temellük etti, sonra temellük ettiği topraklardan memleketler kurdu. (Ne ilginç, “memleket” de “mülk” kökünden türemiş bir kelimedir.) Sonra o memleketler için kan dökmeye başladı. Melekler; “İnsanı yaratırsan kan dökerler” derken belki de insan denilen varlığı en azından taslak haliyle bildikleri için onda emanete ihanet etme potansiyelini görmüşlerdi.

Temellük, insanları bir babanın çocukları gibi eşit olmaktan çıkardı. Önce arzı insanın yurdu; sonra insanı insanın kurdu yaptı. Var olduğu günden itibaren ikiye ayrıldı Allah’ın güvendiği bu varlık; malikler ve mülksüzler. Diğer bütün sınıfları bunun üzerine kurdu. Sonra Allah insanların içinden peygamberler gönderdi. Her nebi, bütün beşere Allah’ın kulları olduklarını hatırlattı. Evet hatırlattı; zaten bütün elçilerin en önemli vazifeleri hatırlatmaktı.

Kur’an kendisini ve bütün ilahi mesajları “zikir” olarak nitelendirir. Bütün kitaplar ve onları talim etmekle muvazzaf bütün elçilerin görevi hatırlatmaktır. Sokrat’ın epistemolojisinde bilmenin “hatırlama” olması da bundandır. İnsan, ervah-ı ezelde yaptığı sözleşmeyi unutur. Kavl-i kadim, birçok yerde bu hatırlatmayı “ilim” ile ifade eder. Bilgi ile hatırlatma arasındaki bağı kurarak insanın Rabbiyle yaptığı sözleşmeyi unutup dünya ile mülkiyet ilişkisi kurmasına engel olmak içindir bu.

Bütün peygamberler aynı mesajı, gönderildikleri toplum yapısına ve dönemin şartlarına uygun biçimde dile getirdiler. Hepsinin ortak mesajı şuydu: “Bu dünya, bir sınav salonudur. Burayı temellük etmeye kalkıp aldanmayın. Bu arz, size emanettir. Onu sahiplenme gafletine düşmeyin.” Ve neredeyse hiçbir peygamberin mesajı, gönderildiği toplumda rıza-i ilahiye uygun biçimde makes bulmadı.

Kavimlerin izinde mutlak maliki hatırlamak

Âd kavmi, arzın en güzel yerinde hayat sürüyordu. “Mallara, sürülere ve eşsiz bağ ile bahçelere sahipti.” (Şuara, 133-134) Bu yüzden gurur ve kibre kapılıp putlara tapmaya başlamış, insanlara zulmederek azgınlık ve taşkınlıkta bulunmuşlardı. (Hud, 59) Âd kavmi, kumdan şatolar inşa etmişti. Yeryüzünün göreceği en lüks yapılarda yaşıyorlardı. Allah onlara Hud’u (as) gönderdi. “Elçiyi yalanladılar.” (A’raf, 65) Şöyle diyorlardı: “Senin vaazın senin olsun. Vaaz etmen de etmemen de bizim için eşittir. (Şuara, 136) Sonra ilahi kudret yağmuru kesti. Oluşan kuraklık dillere destan bağlarını ve bostanlarını kuruttu. (Ahkaf, 24)

İnsana toprağı emanet etse de ona hayat bahşedecek yağmuru elinde tutuyordu Malik-i Mutlak. Yağmuru keserek toprağın gerçek malikinin kendisi olduğunu onlara hatırlatmaya çalıştı, fakat hatırlamadılar. Ardından kasıp kavuran bir fırtınayla bütün şatolarını başlarına yıktı. Temellük ettikleri toprak, ellerinden çıkmıştı. Hatırlayamadılar. Üstelik, hatırlatıcıya (elçi) kulak vermediler. Düşünemediler ki malik olmak, “kadir” olmayı gerektirir. Kudret yetiremediğimiz bu arzın maliki biz olamayız. Nihayetinde Hz. Hud’un bütün kavmi helak oldu. Malik, mülküne el koydu.

Ardından Semut kavmi geldi. Dağları oyarak evler yapıyor, tunç gibi sağlam saraylar inşa ediyorlardı. (Araf, 74) Semutlular Âd kavminin helakini yanlış yorumladı. Evlerini balçıktan yaptıkları için tarumar olduklarını zannettiler. “Onlar gibi olmayalım, evlerimizi sağlam kayalarla inşa edelim” dediler. Kendilerine gönderilen elçiyi dinlemediler. Büyük bir deprem, tüm şehri enkaza dönüştürdü. (Araf, 78) Bir deprem ki taş üstünde taş, gövde üstünde baş bırakmadı. Altlarındaki toprak deniz gibi dalgalanırken, kulakları sağır edercesine korkunç bir ses (uğultu) ödlerini koparıyordu. (Hud, 67) 2

Sonra yeryüzünde emsali yaratılmamış büyük sütunlar sahibi İrem geldi. (Fecr, 7-8) Fakat hikâye değişmedi. Ardından dev piramitler inşa eden Firavun geldi. (Fecr, 10) “Ey Hâmân! Bana gökleri delen bir kule yap” diyordu. Hâmân Firavun’un bürokrasisini temsil ediyordu. Onun firavunluklarını yapmakla memurdu.

Ve Lut kavmi, ardından İsrailoğulları… Hatırlatıcı değişiyor, fakat hatırlatma değişmiyordu. Çünkü insan değişmiyordu. Mülkün gerçek sahibini unutuyor, temellük hülyalarına dalıyordu.

Zulümden sosyal felaketlere bölücü terör: Şirk

Dikkat ettiniz mi, helak olan kavimlerin tamamının isyanı aynı; şirk. Kur’an, “Şirk en büyük zulümdür.” der. (Lokman, 13) Şirk, tevhidin olmayışını ifade eder. Tevhit, tüm toplumu eşitler; şirk, toplumu sınıflara böler. Bundan dolayı tevhit adalet; şirk zulümdür.

Sınıfsal toplum yapısının kaynağı temellüktür. Allah’a ait olan mülkü ele geçirmenin, el koymanın bir adım sonrası zulümdür. Bir yerde fakirlik varsa orada zulüm vardır. Şirk zulmü, zulüm fakirliği, fakirlik sosyal felaketi kaçınılmaz kılar. Allah’a ait olanı ele geçirmenin cezası ele geçirilen şeyle helaktir. Nasıl her günahın tövbesi kendi cinsinden olursa, cezası da kendi cinsinden olur. Lut kavmi kerpiçle, Nuh ve Firavun su ile Âd kavmi hava ile Nemrut ateşle cezalandırılmıştır. Toprak, su, hava ve ateş… Maddenin dört özü.

Evet, sonra “Son Elçi” geldi. Evini tamir eden birini gördüğünde, “Vallahi ölüm çok yakın” diyerek mülkün gerçek sabini hatırlatıyordu. Başka bir sefer, bir sahabenin evini ihtiyaç fazlasına dönüştürmeye çalıştığını görünce “Müslüman harcadığı her şey için sevaba girer, ancak şu inşaat hariç.” diyordu. (Buhari) “Dünya sevgisi bütün günahların başıdır.” buyurarak insanoğlunun gerçek yurdunun burası olmadığını hatırlatıyordu.

Nihayet biz geldik. Biz; modern insan… İnsanın en son ve en vahşi hali… Sadece toprağı değil, topyekûn tabiatı temellük eden modern insan… Havayı, suyu, ateşi hatta gökyüzünü ele geçiren… Tabiatı zapt edilmesi gereken bir düşman olarak gören. Kazanırsa kaybedeceğini bildiği halde tabiatla savaşan modern insanlar…

Betondan kümeste değil, tabutlarda yaşıyormuşuz

Güneş girmez evler, bahar gelmez şehirler kurduk. Karanlığa, kasvete gömülmüş yuvalar inşa ettik. Ev diye zarafetten yoksun, azametli beton kulelerden kümesler yaptık. Şehirlerimiz bina çöplüğüne, beton mezbeleliğine döndü. Evlerle beraber vicdanlar da betonlaştı. Dairelerimiz gibi gönüller de kalın betonarmelerle ayrıldı.

Bu temellük, bundan öncekilerine benzemiyordu; çünkü artık malik az, memluk çoktu. Artık temellük ettiğimiz tabiatın da maliki olmadığımızı anladık. Ev sahibi ile kiracı aynı kiriş altında kaldı. İnşa edilirken bozulan eşitlik, yıkılırken kuruldu. Bizim temellükümüz daha da dramatikti. Yıkılınca fark ettik ki hayvani heybetiyle dikili ucubelerde, ömrü servet kılıp aldığımız beton kümesler, yıkıldığında bir mezar kadar bile yer tutmuyormuş. Hürriyeti verip mülkiyet edindiğimiz evler, biz içinde otururken sinsi bir sirkate uğramış.

Sonra soğuk betonların arasında yaşadığımız ıssız ıstırap yerini gürültülü ıstıraba bıraktı… Mekânın sahibi geldi; Maraş, 04:17.

Bu yazının başlığı yazardan bağımsız editoryal olarak hazırlanmıştır.