Bulduğun günün hikâyesi

Her bir basamağa ayağını atıp bir üste yöneldiğinde duyduğu gıcırtılardan sebepsiz bir saadet bulurdu.
Her bir basamağa ayağını atıp bir üste yöneldiğinde duyduğu gıcırtılardan sebepsiz bir saadet bulurdu.

Kenan geldi. "Sigaradan var mı Muhsin?" dedi. Muhsin sigara içmezdi. Hayatı boyunca denemek için bile iki dudağının ve iki parmağının arasına sigara almamıştı. Seyfi'nin dünyaya dair tek eğlencesinin ve zevkinin sigara tüttürmek olduğunu bildiği için üç aya yakındır yanında paket taşır olmuştu.

Bahçe kapısının önünde oturuyordu. Göğüs kafesinin hizasına kadar uzayan sakalları, yüzünde yer yer sivilce lekelerinin açtığı derin çukurlar vardı. Saçlarını mütemadiyen kazıtırdı ve öğlen sıcağının altında ekmek teknesinin başında rızkını kovaladığından ötürü, dazlak kafasının alnıyla birleştiği yerden çenesine doğru birkaç ter damlası sızıyordu. Muhsin, parmaklıklı kapının ardında belirdi. "Seyfi Efendi!" diye ünledi. Her gün şaşmaz seremoni tam da bu saatlerde vuku bulurdu. Seyfi Efendi, kendisini kapıdan kaldırmaya teşebbüs hâlinde bulunan zabıtaya meramını yanıyordu. Muhsin'in sesini duyunca yüzündeki yarı öfkeli yarı endişeli hâl dağıldı. Aksak adımlarını zapt ederek ferforje bahçe kapısına yöneldi. Muhsin Efendi, önce sağına sonra soluna bakıp kimseciklerin olaya şehadet göstermediğine kanaat edince parmaklarının arasından Seyfi'ye iki dal sigara uzattı. Seyfi, "eyvallah, eyvallah, eyvallah" nidalarıyla boya sandığının başına geldi. Bir şeye sevinse, incinse yahut öfkelense ağzından çıkan yegâne kelime buydu.

Sarı renk cumbalı yapının gölgesinde tütününü ağzına götürdü. Sol cebini yokladı. Çakmağı bulamayınca zabıtaya bir acıklı bakış attı. Zabıta la havle çekerek Seyfi'nin sigarasını yaktı. Muhsin Efendi kapıdan sokağa bakıyordu. Zabıta, elleri koyu lacivert pantolonunun cebinde, ayakları yürümekten yorulmuş vaziyette karşısında belirdi. "Sen ettin bu deliyi böyle, dedi. Akıllı olduğuna yedi düveli inandırdın. Tahtaları eksik bunun, kabul et," dedi. Muhsin, merhametsiz ve tasasız kalplere laf anlatmayı meslek hâline getirmiş dudaklarını araladı. "Garibandır, elleşme" dedi. "Hem vakfın kapısını yurt bellemiş, biz ses etmemişiz. Sen de etme," dedi. Zabıta, "bir eksik akıllı da bu" manasına gelen bakışlarını takınıp "vay gidi memleket" diye diye sokağı arşınlamaya başladı. Muhsin, sofaya açılan kapıdan girip tahta merdivenlere yöneldi. Her bir basamağa ayağını atıp bir üste yöneldiğinde duyduğu gıcırtılardan sebepsiz bir saadet bulurdu.

Odasına vardı, kapının topuzunu kavrayıp önce kapıyı kendine çekip topuzu çevirdi. Kapı her defasında tutukluk yapıp açılmaya direnirdi. Bu böyledir, kapının eşiğinde durana karşı kapının vazifesi, açanın sabrını denemektir. Hiçbir kapı, açmaya yeminli insanın teşebbüsüne direnememiştir. Muhsin'in kapısı da mücadelede insanın zaferine tanıklık edip açılıverecektir. "Çay getirdim abi, tavşan kanından hâllice. Hem de bergamot kattıydım" diye Muhsin'in odasına daldı Kenan. "Otur," dedi Muhsin. Meşe ağacından mamül çalışma masasının karşısına eliyle yer gösterdi. Kenan çayı uzattı, kendi çayını sandalyesinin önündeki sehpaya koydu. "Seyfi yerinde mi?" dedi. Muhsin tebessüm ederek başını aşağı yukarı salladı. "Zabıta da orada mı?" diye ekledi Kenan. Sorunun cevabını biliyor olmanın meraksızlığıyla. Muhsin, kelimesiz yanıtlarına devam ederek başıyla onayladı. Kenan çayından bir yudum aldı. "Zabıta ne diye uğraşır şu gariple?" dedi. Yanıtı yoktu. Bir yudum daha aldı. "Akşamki seminer iptal olmadı değil mi ?"diye ekledi. İptal edilmemişti. "Hava sağanak yağmur alarmı veriyordu ancak hâlihazırda fırtına göstergesi yoktu. Son vakte değin biz semineri iptal etmiyoruz diye düşünüp ona göre hazırlanalım," dedi. "Gerisi Allah kerim. İptal edilmesini murâd ederse bir sebeple ettirir," dedi. "Muhakkak," dedi Kenan. "Abi müsaadeni alayım o hâlde," diyerek oturduğu sandalyeden kalktı.

Odadan çıkarken kapıyı çekmeyi unuttu. Muhsin, Kenan'ın ardından çayını içmeye devam etti. Saat ikindi sularını bulduğunda Seyfi, vakfın açık kapısından içeri girip ayakyoluna girdi. Muhsin, onun girdiğini görünce masasından kalkıp tuvalet kapısının yanında duran torna ayaklı sehpanın üstüne kuru peçete koydu. "Deliye hürmet ehli" diyorlardı Muhsin için. Muhsin, kâinattaki her zerreye hürmet duyardı. İki delinin ahbaplığı diyen de vardı bu duruma. Bir gün annesi, "Oğlum adın balataları sıyırmışa çıkacak, kes şu delilerle düşüp kalkmayı!" diye payladığında; "Bir gün hocanın birinin yanına meraklı bir hanım gelmiş. Hocam müsade vaasa, iki soru soruveecen demiş. Buyur hanım kişi demiş hoca. Kadın başlamış. Yunanistan taaflaaında bi gadın evliya çıkmış. Tam gızını gurban ediveecekken Azrail ona bi geçi getirmiş hööle mi, demiş. Hoca bir düşünmüş, sakalını sıvazlamış. Evlâdım, demiş. Ben bunun hangi bir tarafını düzeltem? Yunanistan değil Arabistan. Kadın evliya değil İbrahim Peygamber.

Kızı değil oğlu. Azrail değil Cebrail Aleyhisselam. Keçi değil koç." "Anacım," dedi Muhsin. "Deli değil onlar. Onlar insan. Üç beş farklı hasletle hepsi insan." Anacığı ne desin, dert yesin yarımşardan dört yesin. Oğluna bazı kahır bazı gurur dolu bakışlar kondura kondura onu vakfa uğurladı. Muhsin vakıayı anımsadı. "Selâmetli anacım" diye ünledi içinden. Güldü, bir telefon edeyim de gönlü hoş olsun dedi. Seyfi yüznumaradan çıktı. Elleri ıslaktı. Sehpaya bir bakış attı. Peçeteler oradaydı. Ellerini kurulayıp yine "eyvallah" nidalarıyla kapıdan çıktı. Kenan geldi. "Sigaradan var mı Muhsin?" dedi. Muhsin sigara içmezdi. Hayatı boyunca denemek için bile iki dudağının ve iki parmağının arasına sigara almamıştı. Seyfi'nin dünyaya dair tek eğlencesinin ve zevkinin sigara tüttürmek olduğunu bildiği için üç aya yakındır yanında paket taşır olmuştu. Muhsin, paketi çıkarıp Kenan'a tuttu. "Ne kadar az konuşuyorsun ağabey," dedi Kenan, bir yandan paketten bir dal sigara çekip alırken. Sigarayı ağzına götürdü. Bir eliyle çakmağı çaktı, bir eliyle pencereden gelen esintiyi kesmek için ateşe siper oldu. Bir nefes çekti, sigaranın dumanı tüttü.