Cellatlarından uzun yaşayan

Onca yokluğa, yoksulluğa rağmen kök söktürdü düşmana Muhtar. “Çöl Aslanı” dediler ona.
Onca yokluğa, yoksulluğa rağmen kök söktürdü düşmana Muhtar. “Çöl Aslanı” dediler ona.

Onca yokluğa, yoksulluğa rağmen kök söktürdü düşmana Muhtar. “Çöl Aslanı” dediler ona. Avucunun içi gibi biliyordu ülkesini. Ayet okurken, tarihten söz ederken, yumruğunu sıkarak mücadelenin şart olduğunu haykırırken heyecandan yerinde duramıyordu arkadaşları. Titreyerek dinliyordu onu genç adamlar.

1

Pek de matah bir şey sayılmam aslında. Şerefeleri yıkık mahzun camilerle, bir köşede sessizce ağlayan yiğit kadınları gördükçe kendinden utanan evlerle, acılarını sayamaz, saklayamaz hâle gelen sokaklarla, hangi yarasına koşacağını bilemeyen meydanlarla titreşip duran Halep’teyim şimdi.

Daha doğarken vakar elbisesi giydirilmiş de insan içine salınmış gibiydi.
Daha doğarken vakar elbisesi giydirilmiş de insan içine salınmış gibiydi.

Savaşın en ateşli günlerinde bile antika ve koleksiyon merakından vazgeçmeyen Ebu Ömer gözü gibi baksa da bana, endişeden uzak geçen bir tek günüm bile yok. Çok yaşlandım zaten. Koca bir asrı geride bıraktım. Üstüne birkaç yıl daha ekledim hatta. Çabucak buğulanıp kirleniyor şimdi camlarım. Mafsallarım iyice kütleşti, kemik gibi oldu. Düşe kalka, eğile büküle bugünlere gelen; bir vakit onca darbeye direnen fakat şimdi pek biçimsiz görünen kollarımın da ince bir telden farkı kalmadı.

Ne o? Böyle dedim diye hemen gözden çıkardınız mı beni? O kadar da değil! Ömer Muhtar’ın gözlüğüyüm ben. Koca bir şehidin yadigârıyım. Üç beş parçadan oluşan bedenim dile gelse ne kahramanlıklar, sevinç ve acıyla çalkanan ne tanıklıklar anlatır size. “Gazi gözlük” diyor o yüzden bana Ebu Ömer. Eline alıp “garip gözlük, devrimci gözlük, her zerresinde büyük bir tarih taşıyan fedakâr gözlük” diyerek seviyor beni. İçimde çırpınıp duran bir umman olduğunu söylüyor tozumu, terimi, kirimi pasımı silerken: “Ah! Neler gördün sen!”

Tanıştığımda, elli yaşını geçmişti Muhtar. Öğretmenlik yapıyordu hâlâ. Zeki bir adamdı. Hazırcevap bir müslümandı. Güzel konuşurdu; insanı hemen saran, etkisi altına alan tok ve güçlü bir sesi vardı. Küçücük sâbileri bile sözleri bitene dek hiç üşenmeden, sıkılmadan dinlerdi. Namaz kılarken beni cebine ya da bir kenara koyar, dua ederken afacanlığı elden bırakmayan çocuklara göz kırpar, yanındaki gençlerle kırk yıllık dostu ya da akranıymış gibi şakalaşır hatta cemaatin ayıplamasına aldırmadan elini uzatıp en babayiğitleriyle güreş tutardı.

Bahadırdı. Saçı sakalı tamamen ağarmıştı fakat heybetliydi. Daha doğarken vakar elbisesi giydirilmiş de insan içine salınmış gibiydi. İstilacı kâfirler geldiğinde eline silahı almakta hiç tereddüt etmemişti. Kardeşlerine, halkına karşı ise göz yaşartacak derecede merhametliydi. Heyt, aslanım benim! Kızgın çölün göğsüne ayetler okuyarak yürüyen gümrah bir ırmak, denizin kıyıyı döven hırçın dalgalarına küheylan misali dalan âteşîn bir mızrak, izzet sahilinin kenarında bir menar gibi ışıldayan, zorbalığa boyun eğmeyen, müminlerin evini daima dik tutan bir sancaktı o! Onca yokluğa, yoksulluğa rağmen kök söktürdü düşmana Muhtar. “Çöl Aslanı” dediler ona.

O gece, beni elinde evirip çeviren General Graziani’nin kulaklarında, saatlerce yankılanıp duran tek bir cümle vardı: “Cellatlarımdan daha uzun yaşayacağım ben.” Koca bir asrı arkamda bıraktım. Dünyayı dolaştım. Hiç unutmadım.

Avucunun içi gibi biliyordu ülkesini. Ayet okurken, tarihten söz ederken, yumruğunu sıkarak mücadelenin şart olduğunu haykırırken heyecandan yerinde duramıyordu arkadaşları. Titreyerek dinliyordu onu genç adamlar. Çoklarının unutmaya başladığı şeref; onda bir kalıba dökülmüş, ateşli bir avaz ve kalp bulmuş, muhkem bir mevziye kavuşmuştu.

Yirmi yıldan fazla vuruştu yanındaki bir avuç insanla. İlerlemiş yaşına rağmen işgalci İtalyanları deli etti. Birçok işgal valisini, büyük bir utanç içinde ülkesine geri yolladı. Aç kaldığında yakınmadı. Kurşunu bitince kılıcını, hançerini kuşandı. Yıldızların yere ağdığı uzun ve huysuz çöl gecelerinde bedevilerin kuru hasırında uyudu. Köyleri korudu, yaşlı ve aciz insanların işlerini gördü, silahını temizlerken kıssalar anlattı, yetim çocuklara Kur’an öğretti, elinde avucunda kalanı şehit düşmüş mücahitlerin ailelerine dağıttı, güngörmüş anaların ve fedakâr kızların hayır duasını aldı. Marangozdu. Çiftçiydi. Demirciydi. Duvar ustasıydı. Ben gördüm hepsini. Hiçbirini unutmadım.

İtalya’nın faşist lideri Mussolini 1930’da bölgeye vali olarak General Radolfo Graziani’yi gönderdi. Sömürgelerde eğitilmiş kumandanların en tecrübelisi ve en katısı da bu melun adamdı. O da önce hiçbir başarı elde edemedi. Bunun üzerine sert önlemlere başvurdu. Önce yüz binden fazla insan, dövülüp sövülerek, evlerinden koparılarak sahil şeridindeki toplama kamplarına getirildi. Çok sayıda çocuk, İtalya’ya götürülüp katolik birer köleye dönüştürüldü. Binlercesi sahillerde açlıktan ve hastalıktan kıvrandı, ölüme terk edildi. Kimileri idam sehpalarında sallandırıldı. Bazı kabile reisleri derdest edilip tankların altında ezildi, eğlence için uçaklardan yere atıldı. Ardından Mısır sınırı da kapatıldı. Genel halk desteği kesilmiş oldu böylece. Bir gün, abdest alırken, çok sayıda at getiren ve etrafında toplanan kardeşlerine baktı Ömer Muhtar, sonra beni eline alıp mırıldandı: “Az adamımız kaldı. Fakat… Direneceğiz telli küheylan! Sakın benden ayrı düşmeyesin!”

Bir dağı çevreler gibi onlarca insan, korku ve telaş içinde yaşlı Muhtar’a vurmaya başladı. Esîr ettiler.
Bir dağı çevreler gibi onlarca insan, korku ve telaş içinde yaşlı Muhtar’a vurmaya başladı. Esîr ettiler.

2

Eylüldü. Sılanta bölgesindeki bir vadide pusuya düşürüldü bir gün. Çok sayıda İtalyan askeri onun ve arkadaşlarının etrafını kuşattı. Mücahidler son nefeslerine dek çarpıştılar. İşte o sırada Muhtar’ın atı da vuruldu. Yere düştü. Beni tutmayı, korumayı başarmıştı. Gencecik bir aslan gibi ayağa fırladı. Yerden aldığı tüfeğini hemen ateşledi. Fakat o sırada bir kurşun elini sıyırdı. Tüfeğini diğer eline aldı o zaman. Gel gör ki koşup üzerine çullandılar. Bir dağı çevreler gibi onlarca insan, korku ve telaş içinde yaşlı Muhtar’a vurmaya başladı.

  • Esîr ettiler. Sûse’ye götürdüler önce. Sonra da Bingazi yakınlarındaki Suluk’a. Göstermelik mahkemede söyledikleri hâlâ hatırımda: “Gerçek hüküm ve karar yalnızca Allah’ındır. Sizin bu sahte, bu uydurma mahkemenizin ne anlamı olabilir? Biz Allah’tan geldik ve tekrar O’na döneceğiz.”

General Graziani de onunla son bir kez konuşmak için yanıp tutuşuyordu neredeyse. İdamından önceki gece hücresine geldi. Karşısına geçti. Onu süzdü. Bir süre yüzüne baktı. Sertliğini, öfkesini, kızgınlığını kibar bir adam edası takınarak bastırmaya çalışıyordu bir taraftan da. Tercümanı aracılığıyla bir soru sordu:

Gözleri korksun, savaşçı yakınlarını yıldırsın, direnen herkese ibret olsun diye idamı izlettirmek için toplama kamplarından binlerce insan getirmişlerdi meydana. Son bir kez secdeye varıp dua eden Muhtar’ı hücresinden çıkardılar.

“Bize karşı neden bu kadar öfkelisin? Neden yıllardır, gece gündüz demeden, hiç pes etmeden koşturup durdun? Büyük bir inatla koca bir devlete karşı neden savaşıyorsun?”“Bu topraklarda yaşayan bir insan olduğum için. İnancım için.”“Yaşlı ve güçsüz bir adamsın. Etrafında da bir avuç insan var. Sen çılgın mısın? Bizi buralardan söküp atabileceğini mi sanıyorsun?” “Hayır.” “Peki ne yapmak istiyorsun?” “Bana düşen, imanım ve halkım için mücadele etmektir. Kendimin ve arkadaşlarımın izzetini korumaktır. Bu, bana yeter. Ötesi, Allah’ın elindedir.” “Eğer saklanan, savaşan diğer arkadaşlarının teslim olması için çağrıda bulunursan… Bunu sağlarsan… İdamı erteleyebilir ya da cezanın hafiflemesi için araya girebilirim. Ne dersin?” “Onlar benim kölelerim değil. Şerefle anılmayı ve ahirete de öylece gitmeyi fazlasıyla hak ediyorlar. Allah elbette günleri aramızda döndürüp dolaştırmaktadır. Bilesin ki ben de cellatlarımdan daha uzun yaşayacağım.”

General suratını ekşitti. Tam çıkacakken durdu, Muhtar’a yaklaştı: “Beni bu kadar uğraştıran bir savaşçıdan… Canımızı bu kadar yakan bir adamdan bir hatıra kalmasını isterim Ömer Muhtar. Rica etsem, gözlüğünü bana verir misin?” “Asıldıktan, öldükten sonra ona söz geçiremem zaten, güç yetiremem… Yarın alırsın General.” Unutmadan söyleyeyim. Yıllar sonra bir kitap yazdı Graziani. Masasının bir kenarına beni koymuştu. Bir ara uzun uzun bana baktıktan sonra şu satırları karaladı: “Ömer Muhtar, hazırcevap bir adamdı. Kıvrak bir zekâya sahipti. Dini konulara hâkimdi. Enerji dolu, atılgan, özverili, tavizsiz bir doğası vardı. Senusilerin önde gelenlerinden biri olmasına rağmen dindar ve fakir kalmıştı. Bize karşı düşmanlığı hiç bitmedi, bize hiçbir zaman boyun eğmedi. …”

Gözleri korksun, savaşçı yakınlarını yıldırsın, direnen herkese ibret olsun diye idamı izlettirmek için toplama kamplarından binlerce insan getirmişlerdi meydana.
Gözleri korksun, savaşçı yakınlarını yıldırsın, direnen herkese ibret olsun diye idamı izlettirmek için toplama kamplarından binlerce insan getirmişlerdi meydana.

3

Gözleri korksun, savaşçı yakınlarını yıldırsın, direnen herkese ibret olsun diye idamı izlettirmek için toplama kamplarından binlerce insan getirmişlerdi meydana. Son bir kez secdeye varıp dua eden Muhtar’ı hücresinden çıkardılar. Darağacının bulunduğu yere doğru yürürken sakin ve vakarlı görünüyordu. Onu ilk kez gören biri neşeli olduğunu bile söyleyebilirdi. O değil de onu tutan, izleyen askerler titriyordu sanki. Acemi bir teğmen, bir arabadan çıkarıp getirdiği bir İtalyan bayrağını yere düşürdü o sırada. Muhtar’ın ayaklarının dibine.

Kelepçeleri yeni çözülmüş zayıf elleriyle bayrağı yerden kaldırdı Muhtar, adama uzattı.


O sırada söylediklerini yanı başında yürüyen tercüman kekeleyerek çevirdi teğmene: “Al bunu! Yeri kirletiyor! Bu topraklarda işi yok bunun!” Ağlayanlar vardı, hıçkırıklarını içine gömenler, çocuklarına onu gösterenler, onu anlatanlar. Yavaş yavaş birkaç adım daha attıktan sonra sehpaya çıktı. Karşısındaki kalabalığa baktı. Gülümsedi. Dudakları kıpırdıyordu. İyice kulak verenler Fecr suresinin son ayetlerini okuduğunu duydular: “Ey huzura ermiş nefs! Razı edici ve razı edilmiş olarak Rabbine dön!” Gerginliğini hâlâ üzerinden atamayan General Graziani o sırada aklına gelmiş gibi, gözlüğünün çıkarılmasını istedi askerlerden.

Ah! Muhtar’ın elleri bana son kez değdi, son kez dokundu işte o zaman. Bana takılarak, benimle konuşarak yüzünü çevirdi askerlere: “Ayrılık vakti geldi, telli küheylan!” Muzipçe bir gülümsemeyle söyledi bunları. “Telli küheylan” diye seslenirdi bana. İçim burkuldu o anda. “Bunca yıl tabansız bir piyade gibi bedavadan gezdirdim seni. Gittiğim yerde sana ihtiyacım olmayacak. Eh, hamallık da bir yere kadar…”

Artık başının çaresine bakmalısın der gibi baktı sonra, hakkını helal et, der gibi. Bir kartal kanat çırptı üstümüzde o an. Yakında bir yerde bir küheylan kişnedi, şaha kalktı. Bir aslan kükredi. Sonra bir tekme indi sehpaya. O tepeden tırnağa aklara bürünmüş adamın sallandığını gören binlerce göz acıyla yandı. Binlerce dudaktan yeri göğü inleten feryatlar yükseldi. Binlerce çocuk, öfke ve inançla yumruklarını sıktı. O gece, beni elinde evirip çeviren General Graziani’nin kulaklarında, saatlerce yankılanıp duran tek bir cümle vardı: “Cellatlarımdan daha uzun yaşayacağım ben.” Koca bir asrı arkamda bıraktım. Dünyayı dolaştım. Hiç unutmadım.