Cemil Bey’in tanburu neden saraydan kır kahvesine kadar yankılandı?

Kubbede hoş sada ama mezar yeri kayıp
Kubbede hoş sada ama mezar yeri kayıp

Paşa amcasının konağında büyümüştü, amcanın çiftliğinde kâhyanın ambardaki dolabına saklanıp tanbur çalarken yakalandığı günden beri halk ile saray arasında bir tavır tutturmuş, o gün için halk türkülerini hakir görenlere inat, “fasl-ı cedid” ile “fasl-ı atik” arasında bir yer açmıştı.

Tekne

“Tekne” dedim diye sakın denizde yüzeni kastettiğimi zannetmeyin. Şimdi bunun tersine gibi gelecek şeyler diyeceğim, siz yine de öyle zannetmeyin. Mustafa Paşa devrinde bir gece, bir sandal, Kanlıca körfezinden biraz açılmıştı ki mevsim yazdı. Hava mutedil, palamutlar denizin üstüne yakın yıldızlı yalımlarla bir su perisi gibi etraflarında raks ederken, küreklerin palaları; avurtlar şişerken, sudan çıkıp irice nefesler verirken denizi dövmeye, hışırtıları gecenin sessizliğini inceden kesmeye devam ediyordu. Yahya Kemal’in “âlem-i âb eyleyelim” dediği gibi bir gece. Lakin Yahya Kemal’e ayrıca geleceğim, o bahis beklesin biraz. Kürekler, pazılar, avurtlar şişip inerken arkadaşlarına kıyamayan Efendi, rol değiştirmek için davranınca ne Paşa ne oğlu müsaade etmeyecekti bu tavra. Onun elleri nazenin değildi, hayır. Rabb-i Rahim herkese el vermişti, ona da verdiği gibi. Ama dam aktarmak için değildi, mıh çakmak için değildi, bakraçları kaldırıp öte sokaktan beri caddeye gitmesi için değildi. O Efendi’nin elleri yalnız tekneden sapa, teller arasında gezmeli, mızrabından gayrına mecbur kalmadıkça değmemeli, tahrip olmamalıydı. Paşa ve etrafındaki dairenin olmadığı yerde yapmak zorunda kaldıklarını, onların yanında yapmasına müsamaha yoktu. Zira onun yaratılma sebebi bir hoş sada bırakmaktı, şu milyon yıllık yaşlı dünyanın kubbesinde. O bir sanat dâhisi olarak kıymet bulmalıydı. Kıymet mi, bak oraya ayrıca geleceğiz.

Mızrab

Şayia bazen olmuş olandan yani vakadan daha büyük akis bulur elbet. Lakin gerçekten vaki olan bazen de infilak eder. Ama aksin büyümesi için dağın da yüce olması icap eder. Öyle de olmuştu. Bir meclis ki, kim kimin konağına hangi vesileyle gelmiş olursa olsun, kulaklardaki pası silmek, sinesinde bir huzur bulmaktı. Bir mızrap bir avucun arasında yerini bulduğunda, başka bir mızrap sırasını bekliyordu heyecanla. Ali Efendi icrasını yaptığında, az sonra yaşanacaklara şahit olacaklarından habersiz bekleyenler aslında hoşnut idi. Sonra genç Bey’e müsaade buyruldu. Henüz yeterince ders almasa da sevk-i tabi ile fıtraten sanatkâr olan genç icrasını henüz bitirmişti ki, Ali Efendi tanburunu yere çalıp parçalayacaktı. Moda tabirle şoke olduğu bu vaziyette yine hükmü Ali Efendi verecekti: Bu delikanlıdan sonra bir daha tanbur çalınmayacaktı. Bu bir haset değildi, vakti dolmak üzere olan bir ayın doğmakta olan güneşi müjdelemesiydi. Ali Efendi daha sonra bu genç efendiye tanbur dersleri verecekti ki genç yaşında namı saraydan sokağa herkesi tutsun; Cemil, denince cümle âlem bir an dursun diye. Bugünün dünyasında insana şaşkınlık verecek olan bu erdem, belki tanbur yerde dağılmasaydı bu kadar yankı bulmazdı. Öyle de olacaktı, her köşe başında her mecliste Ali Efendi’nin bu tavrı dilden dile bir efsane olarak yayılacaktı.

Tavır

“Ram pa pa papam ram pa. Ram pa pa papam ram pa”. Sokaktan bir ses, bir melodi geliyordu; ahenkli bir yürüyüş, Arnavut kaldırıma vurulan bir harbi ve bir söylenceyi tekrar eden. “Ram pa pa papam ram pa.” Belki ritmi ben uydurdum. Evet evet, ben uydurdum ama bir ritim tutturarak sokaktan yavaş yavaş uzaklaşıyordu çok sesli bu yürüyen orkestra. Yerinden fırladığı gibi redingotunu giyip sokaklara dökülen Cemil Bey’i peşi sıra mini mini adımlarıyla oğlu Mesud da takip ediyordu. Köşeyi dönünce ahengini bozmadan ilerleyen adamın bir âmâ olduğunu fark edeceklerdi. Ritmi kendince mırıldanan Cemil Bey, iç cebinden çıkardığı bir tütün kâğıdına kalemle, hamparsum sistemiyle notalarını çıkaracaktı. Sonra baba oğul, âmâyı hiç rahatsız etmeden bu yolculuğu yarıda keseceklerdi. Ancak çok keyiflendiğinde bir çiçek tarhı gibi açan yüzüyle oğluna “Ne güzel çalıyor değil mi?” diyecekti.

Saraydan Kır Kahvesine

Atıf Bey’le Rami’nin köylerinde girdikleri kır kahvesinde duvarda asılı bağlamaya gözü takılmıştı Cemil Bey’in. Bilir miydi kahveci acep çalmayı. “Fasl-ı cedid” diyorlardı Garp’tan gelene, bir de “fasl-ı atik” vardı ki köhneydi çoğu, usul erkân bildiğini iddia edenlere göre. Şükür ki bağlamadan az biraz anlayan kahveci kaşını gözünü kırarak da bir icra ettiyse de, Atıf Bey’in ısrarı üzerine bu meçhul misafirin bağlamayı eline almasıyla alabora olan kahveci binbir rica ve binbir yemin ile bu tanımadığı adama bağlamasını hediye edecekti. Bundan gayrı bağlamaya elini süremezdi zira.

Hadi o tanımıyordu misafirini ya, Sulukule’de sır gizli kalmaz. Öyle bir turlamaya giden Atıf ve Cemil beylerin namından haberdar olan bu musikişinas insanlar diyarı, “Abe Cemil Bey gelmiş.” diyerek masalar kurmuştu. Bu insanlar, Bey’in kucağına bir kemençe sıkıştırıp onun çaldıklarına bir anda sokakta oluşan bir orkestra ile eşlik etmeye koyulacaktı. Yanık tenli, yanık sesli ve yediden yetmişe alelusul bir icra koyulmuş ki ortaya Atıf Bey yıllar yılı Mesud Bey’e yazdığı mektupta keyifle anlatacaktı o günün hatırasını.

Nadirdir hem halkın hem sarayın gözünde muteber olmak. Lakin o Cemil Bey’di. Paşa amcasının konağında büyümüştü, amcanın çiftliğinde kâhyanın ambardaki dolabına saklanıp tanbur çalarken yakalandığı günden beri halk ile saray arasında bir tavır tutturmuş, o gün için halk türkülerini hakir görenlere inat, “fasl-ı cedid” ile “fasl-ı atik” arasında bir yer açmıştı.

Sonra bir gün Taşkasap’taki evin önüne, cümle şangırtısıyla bir kupa arası girecekti. Ahşap evlerin şangırtıları arasında cümle hanım kepenk ardında, perde gerisinden kimin evine kimin geldiğini öğrenmeye çalışırken Cemil Bey’in sol kanadında; sol anahtarı formunda tokmak olan kapısı çalınacaktı. Zat-ı Şahane Hazretleri, Cemil Bey’i huzura istiyordu.

Talihin dönmek ile dönmemek arafında kaldığı bir dem olarak kayda geçebilecek bir sahneydi bu. Yeldirmesini alarak kapı aralığından bakan Saide Hanım, beyinin evde olmadığını söyledi. Buna inanmak istemeyen elçi; bu durumdan rahatsız halde, Cemil Bey’in nerelerde olabileceğini sorarak sokaktan çıktıysa da, çok geçmeden yeniden gelecek ve yine aynı olumsuz cevabı alacaktı. Kısmet diye de bir şey var işte.

O saatlerde Atıf Bey’in evinde icra yapan Cemil Bey’i birkaç saat geçmeden orada bulacaklardı. Bu davetten hiç memnun olmayan Cemil Bey’in hem tanbur hem kemençesiyle gelmesi rica edilmişti. Mızıka-ı Hümayun’a alınma korkusundaki, siyasetten uzak durmayı şiar edinmiş olan Cemil Bey, reddedemediği bu davete canı sıkkın olarak gidecekti. Alafranga tesiri altındaki sarayda, hele de alafranganın bu kadar yüzeysel bir kabulünün olduğu yerde vazifelendirilme ihtimali onun sinirlerini harap etmeye yetmişti.

Sultan Hamid-i Sani bir paravanın ardından kabul etmişti Cemil Bey’i. Redingotunun cebinin birinde sazsemaileri ve peşrevler, diğerinde ise besteler ve semailer yazılı iki defter olan Cemil Bey’in icralarından mütehassis olan sultan; yaveriyle ikaz ettirecek, Cemi Bey ise kemençe ile köpek havlama ve uluma sesleri, Fatma Hanım nidaları çıkarılacaktı. Cemil Bey’in göre alelade olarak gördüğü son icrası ona Mecidi Nişanı ve yüz altın ihsan edilmesini sağlayacaktı.

Dünyanın Sanatkâra Ettiğidir

Hâmisi Mustafa Paşa’nın oğlu Mahmud Bey ile Merkezefendi’yi ziyaretinde kavuğu kırılmış, taşı devrilmiş bir mezarın yanına oturmuş, Fatih ile Kanuni şiirleri okuyup 3. Selim devrini yâd etmişler de kendi devirlerinin ahvali üzerine dertlenmişler ki, kader bu, verem ilerleyip de vaktinin tamam olduğunu hissettiği bir yaz günü Cemil Bey de Merkezefendi’ye yalnız yirmi kişinin refakatinde sırlanacaktı. Öyle bir sırlanacaktı, vefatından otuz sene sonra evladı Mesud Bey dahi tam yerini bilmemekteydi. Bugün o kabristanda bir mezar taşı olsa dahi, hamiyetperver insanların tahminleri üzerine yaklaşık bir mevki belirlenip de o taş yerine dikilmiştir. Belki de Cemil Bey milletin sinesine sırlanmıştır. Kubbede hoş sada bıraktı ama mezar yeri muallak.

Paşaların ve sarayın ihsanları olsa da hangi sanatkâr yeterince konforlu hayat sürebilmiş bu diyarda? Talebeleri olduysa da kabiliyetsizle zaman kaybetmeyen, kabiliyetliyle de ünsiyet kurup dost olunca ücret talep etmeyi ar sayan bir adamın kaderi; mecburiyetlerin çemberinde boğulmaktı. Nihayet defaatle reddettiği önce fonograf sonra gramofon kayıt işine Orfeon Record şirketinin sahibi Blumenthal biraderlerin ısrarıyla ikna olmuştu.

Bugün elimizde kalan nadir kayıtlar işte bunlardır: “Dünyanın başka yerinde olsa diye kederlenmek mi? Devranı bu âlemin.” Bu satırları yazarken bilmem kaçıncı kez Çeçen Kızı icrasını dinliyorum. Gözlerimi kapatıp hayal ediyorum. Sandalın öte köşesinde Hafız Şaşı Osman, Kanuni Hacı Arif, Kemençeci Vasili, Kemani Tatyos hayranlıkla ona eşlik etmek için bekliyor. Son söz niyetine Fransa’dan Batı hayranı olarak dönmesine rağmen Cemil Bey’i canlı kanlı dinledikten sonra fikriyatı değişen Yahya Kemal’in Varşova günlerinde yazdığı şu mısralarla cemil cümlesini yâd ediyorum:

Bin yıldan uzun bir gecenin bestesidir bu

Bin yıl sürecek zannedilen kar sesidir bu

Bir kuytu manastırda dualar gibi gamlı

Yüzlerce ağızdan koro halinde devamlı

Bir erganun ahengi yayılmakda derinden

Duydumsa da, zevk almadım İslav kederinden

Zihnim bu şehirden, bu devirden çok uzakda

Tanburu, Cemil Bey çalıyor eski plakda

Birdenbire mesudum, işitmek hevesiyle

Gönlüm dolu, İstanbul’un en özlü sesiyle

Sandım ki uzaklaştı yağan kar ve karanlık

Uykumda bütün bir gece Körfez’deyim artık.

Bu yazının başlığı yazardan bağımsız editoryal olarak hazırlanmıştır.


Yorumunuzu yazın, tartışmaya katılın!

YORUMLAR
Sırala :

Bu içerik ile ilgili yorum yok, ilk yorumu siz yazın, tartışalım