Cihangir Cumhuriyeti’nde ironiyle maskelenen sınıf çöküşü anlatılıyor

Cihangir Cumhuriyeti’nde ironiyle maskelenen sınıf çöküşü anlatılıyor
Cihangir Cumhuriyeti’nde ironiyle maskelenen sınıf çöküşü anlatılıyor

“Bir ülkenin başkenti aslında neresidir?” sorusuyla açılan Cihangir Cumhuriyeti, bu coğrafyada yaşamanın ince ama derin bir şizofrenisini, toplumsal hafızamızın çatallaşan sokaklarında dolaşarak anlatıyor.

“İnançlarını kaybetmiş bir toplumun, ironisi bile sahte olur.”

Resmî ideolojilerin başkenti Ankara olabilir; ama kültürel, ekonomik, sınıfsal ve hatta narsistik tahayyüllerin başkenti, dizinin de işaret ettiği gibi “Cihangir”dir. Ve artık İstanbul bile değil, doğrudan “Cihangir” olan bir cumhuriyetin içindeyiz. Karşımızda Cumhuriyet parodisi kılığına girmiş bir sınıf eleştirisi var. Modernleşmenin “üstün beyaz Türk” hayalini, kahkahalar eşliğinde kendi içinden çökerten, kendine düşman olan bir sınıfın otopsisini izliyoruz. Tükenmiş bir seçkinler kültürü, bireysel nevrozlar, temsili liberalizmin çöken kalıpları ve bütün bunların üstüne boca edilen tam doz Cihangir ironi sosu.

Dizinin ilk bölümüyle birlikte karşımıza çıkan şey yalnızca semt isimli bir dizi değil, aynı zamanda Türkiye’deki entelijansiyanın kendi kendine çektiği distopik bir karikatür: Çerçevesi dar, aynası bol, ideolojisi dağınık ama kibri taşıran bir “Cihangir hâlihazırıdır.” Aslında ilk bölümle birlikte dizinin yönetmeni izleyiciye şu göz kırpışını yapıyor: “Bakın, bu sadece Cihangir değil; burası Türkiye’nin kendisi. Belki de Cumhuriyetin kendi parodisi.”

Hemen girişte, “Önceki hayatımda ben James Dean’dim. Şimdi Cihangir’de freelance reklamcıyım.” diyen karakterin acıklı sarkazmı, aslında dizinin tüm havasını özetliyor. Her şey, cool olmakla karikatürleşmek arasındaki o tehlikeli sınırda seyrediyor. Karakterler sanki Baudrillard’ın “simülakrlar” teorisinden fırlamış: gerçeğin yerine geçen, ama kendisi de sahte olduğunu bile bile oynamaya devam eden imgeler.

Freelancerlık, influencerlık, cafecilik, avokadolu kahvaltılar, kolektif çalışma alanları ve özel olarak seçilmiş “çirkin ama vintage” mobilyalar… İşte yeni sınıfın gösterişsizliğiyle gösteriş yapma biçimi! “İroni yapıyorum, çünkü başka çarem kalmadı.” diyen karakterler, aslında ironiyi bir savunma mekanizması olarak kullanıyorlar. Fakat burada tam da Zizek’in dikkat çektiği çelişki devreye giriyor: “Postmodern ironi bir süre sonra kendini tüketir. Çünkü artık neye güldüğünü, neden güldüğünü bile unutmuş olursun.”

Dizinin alt metinlerinde “eski solculuk” ile “yeni liberal bireycilik” arasında sıkışmış bir neslin trajik hâlleri var. Karakterlerin her biri, ideolojik olarak bir yıkımın tortusunu taşıyor: Ne devrimci olabilmişler ne düzenle uzlaşabilmişler. Sadece “yorum yapabilen” ama “eylemden aciz” figürler olarak bohem mahalle duvarlarına sinmişler. Ve tabii ki “aşk”, bu labirentin çıkışı gibi sunuluyor. Ama aşk da tıpkı Cihangir gibi: güzel, çekici ama fazlasıyla yapay. Duygular minimalist, yıkım maksimalist: “Seni seviyorum ama story atmadan olmaz.”

Dizinin merkezindeki toplumsal ve kültürel okuma aslında Türkiye’nin büyükşehirlerinde sıkışmış orta sınıfın ideolojik haritasını veriyor. Mahalle kültürüyle metropolleşme arasında kalan birey, ne aidiyetini bulabiliyor ne de isyanını sürdürebiliyor. Dolayısıyla “varoluşsal bir boşlukta influencerlık” yapıyor.

Yozlaşmış zihinler derneği: SİYAD ve bir entelektüel çöküşün anatomisi

Cihangir Cumhuriyeti, ideolojisini kaybetmiş bir kuşağın, arka planda hâlâ çatırdayan kimlik kalıntılarını kahkahalarla maskelediği bir anlatı.
Cihangir Cumhuriyeti, ideolojisini kaybetmiş bir kuşağın, arka planda hâlâ çatırdayan kimlik kalıntılarını kahkahalarla maskelediği bir anlatı.

Cihangir Cumhuriyeti’nde anlatı, sadece birkaç karakterin nevrotik krizlerinden ibaret değil; aynı zamanda bir ahlaki ve estetik çöküş manzarası. Dizideki kahramanların hayata dair tek sabitleri, kendi varoluşsal boşluklarını estetikle kamufle etmeleri. Aslında bu hikâyenin her köşesi, son yılların “entelektüel sınıf” parodisinin bir yansıması. Ve evet, bu noktada SİYAD’ı anmadan geçmek mümkün değil.

Bir “vicdan”, bir estetik pusula, bir sezgi merkezi olması beklenirken; film değerlendirmekten çok, sektör içi ilişkilerle “bağımsız film” etiketini kim kime verecek, kim hangi söyleşide sahneyi kapacak kavgasının merkezi. Dizi boyunca defalarca ima edilen “ödül peşinde koşan yönetmen” ya da “festival fonlarıyla ideoloji pazarlayan senarist” figürleri, doğrudan bu yapının alegorik izdüşümleri. Repliklerden biri tam da bu durumu şöyle özetliyor: “Senaryo yazmıyorum, fon dosyası hazırlıyorum.”

Aslında dizinin en çarpıcı yönü, bir tür sınıfsal ‘cam tavan’ trajedisi barındırması. Cihangir’de kendini solcu, özgürlükçü, yaratıcı olarak tanımlayan bu karakterlerin çoğu, kendi ayrıcalıklı dünyalarında var olmanın yollarını bulmuş ve sistemle hesaplaşmak yerine onu dekore etmişler. Kapitalizme mesafeli görünürken, onun nimetlerinden mikro ölçekte en iyi şekilde faydalanmayı ihmal etmiyorlar. Bu noktada Bozkır dizisinden bir karakteri getirip sorsak: “Peki ya sizin gerçeğiniz ne?” Cevap yok. Çünkü geriye sadece pozlar, set ışığı altında parlatılmış kariyerler ve bolca “özgünlük” makyajı kalıyor.

Bu yozlaşmış düzlemde SİYAD, yalnızca bir kurum değil, âdeta bu entelektüel kibrin tören alanı. “Sanat sineması” kisvesi altında üretilen ama hiçbir sahici meseleye dokunmayan yapımlar burada el üstünde tutuluyor. Oysa Cihangir Cumhuriyeti, tam da bu sahte duyarlılıkları, içi boş özgürlük söylemlerini tiye alıyor. Bir karakterin dediği gibi: “Gerçekçilik diye çekilen filmler kadar sahte bir şey yok.” Bu cümle hem ironik hem hüzünlü; çünkü artık hepimiz neyin gerçek, neyin sahne olduğunu ayırt edemiyoruz.

Mahalleden mezun olanlar ve ideolojisizleşmenin komedisi

Cihangir Cumhuriyeti, ideolojisini kaybetmiş bir kuşağın, arka planda hâlâ çatırdayan kimlik kalıntılarını kahkahalarla maskelediği bir anlatı. Dizideki her karakter, Türkiye’nin son kırk yılına yayılan sınıf atlama arzusu, kültürel dönüşüm ve inançsızlaşma travmasının bir temsilcisi gibidir. Bir zamanlar “iman” ve “ideal” üzerine bina edilen hayatlar, artık “algoritma” ve “algı” üzerinden varlık mücadelesi veriyor.

Cihangir Cumhuriyeti, bireyin görünürlükle, sınıfla, kimlikle kurduğu yaralı ilişkinin; bir dönemin iddialı cümlelerinin şimdi ironik repliklere dönüştüğü çağın, yerli ve sert bir panoramasıdır.

Bu yazının başlığı yazardan bağımsız editoryal olarak hazırlanmıştır.