Çocukluğun ilk hatırası neden hep bir ev ya da bir oda ile başlar

Özkan Gözel
Özkan Gözel

Aramak bulmanın yarısı değil, henüz olmayan tamamıdır.

Çocukluğunuzdan hatırladığınız ilk şey nedir?

Çocukluğumun ilk onbir yılı Bilecik vilayetindeki Osmaneli kazasına bağlı bir köyde, köyümüz Medetli’de geçti. Ardiye olarak kullanılan zemin katıyla birlikte üç katlı olup kuyusu, avlusu ve bahçesi bulunan kerpiçten ve ahşaptan yapılma büyükçe denebilecek bir evde ve geniş bir aile içinde dünyaya geldim. Çocukluğuma ait ilk hatıralarım bu evle ilgili, hakeza bu evde yaşadıklarıma dair. Evimizin üst katında yer alan, diğer odalardan farklı olarak açık yeşile boyalı olup sedirle döşeli bulunan misafir odasında geçirdiğim bazı anları hatırlıyorum mesela. Yalnızlıktan ürkmeyen, giderek de yalnızlığı seven bir çocuktum. Yarı anlayarak yarı anlamayarak ama her halükarda efsunlanmış bir halde dedemin dini kitaplarına dalmayı ve bir başına vakit geçirmeyi severdim bu odada. Doğrusu, çoğu zaman münhal bulunan bu oda ve dedemin bu birkaç kitabı adeta bir limandı, bir sığınak ya da belki de bir mağaraydı benim için. Çocukluğuma dair ilk hatıralar deyince o odada bir başına geçirdiğim mutena anlar geliyor aklıma. Mesela, yeniden hayal ediyorum, bir yaz gecesi misafir odasında yalnızım yine, pencereler açık, cırcır böceklerinin sesi ve traktör homurtuları duyuluyor birbirlerine karışmış olarak fonda, masanın üstünde sayfaları açılmış bir kitap, dumanı tüten bir bardak çay ve bardağın yanında taze, yeşil nohut dalları…

Müfredat dışında okuduğunuz ve “çok iyiymiş” dediğiniz ilk kitap neydi?

Benden yaşça büyük bir kuzenimin bir vesileyle bana hediye ettiği Mark Twain’in Tom Sawyer’in Maceraları başlığını taşıyan yaklaşık iki yüz sayfalık kitabı. İlkokul ya da ortaokul yıllarıydı, adeta yutarcasına okumuş ve kesif bir biçimde etkisinde kalmıştım bu kitabın, beynim tütsülenmişti resmen. Tom’un kendi gibi haşarı arkadaşı Huckleberry Finn ile olan türlü maceraları bana esrarengiz ve heyecan verici bir dünyanın kapılarını aralıyordu… Sonradan bu kitabı o da okusun diye bir arkadaşıma ödünç vermiştim. Bu arkadaş kitabı kaybetmişti her nasılsa. Kızdığımı ve çokça da üzüldüğümü hatırlıyorum. Çok sonradan yani yetişkinliğimde bir sahafta orijinaline rast geldiğimde bu kitabı nostaljik bir hissin sevkiyle hemen satın almıştım. Şimdi kütüphanemin bir yerinde duruyor.

Doğa mı şehir mi? Şehirse neden, doğaysa neden?

Şöyle söyleyeyim: Bu ikisinin birbirine temas ettiği veyahut da birbiriyle iç içe geçtiği bir yerde yaşamayı tercih ederim. Şehre yakın ama aynı zamanda kırsala uzak olmayan kasabavâri bir yerde mesela. Kısacası ne salt şehirde, ne de salt doğada yaşamayı ama birinden bunaldığımda, diğerine kendimi kolayca atabileceğim bir yerde yaşamayı isterim. Berzahî bir yer belki benim tercihim. Berzah ise iki ucun aynasıdır, İbn Arabi’nin tarifine göre.

En beğendiğiniz mimari eser hangisidir? Neden?

Fransa’nın kuzey batısında Bretagne diye ayrıksı bir bölge bulunuyor. Büyük Britanya’nın güneyine düşen bu bölgede Manş denizine kıyısı olup Ortaçağ’a ait surlarla çevrili hayli ilginç küçük bir şehir var, Saint Malo. Burada ya da buranın yakınında Ortaçağ’dan kalma Le Mont Saint-Michel adında suni bir dağ, bir yapılar kompleksi bulunuyor. Saint-Michel Dağı, anakaraya kısa ve ince bir yolla bağlanıyor. Bu yol okyanusun med-cezir hareketine göre altı saatte bir sular altında kalıyor, o zamanlar da Le Mont Saint-Michel suların ortasında ve kara ile bağlantısı kopuk, dağımsı bir adacık görünümü kazanıyor. En fazla etkilendiğim mimari eserlerden biri, içinde Ortaçağ’a ait kilise, çarşı, manastır gibi yapıları barındıran ve dolayısıyla buram buram tarih kokan Le Mont Saint-Michel oldu diyebilirim. Saint Malo’da surların üstünden Manş denizini seyretmek de ayrı bir zevk, okyanus dalgalarının surları dövüşü müthiş gerçekten de.

Neydi “o şarkı”nın adı?

“Bir Kızıl Goncaya Benzer Dudağın”

Biri vardı değil mi “bu insan” olmanızı sağlayan, kimdi o?

Lise yıllarımdan iki ismi, iki çok sevgili öğretmenimi anmak isterim burada: İbrahim Erol ve İbrahim Kardeş. Yetişmeme katkılarından dolayı şükran borçluyum kendilerine.

“Şimdi onsuz olmuyor” dediğiniz en iyi arkadaşınız vardır, kimdir o? Niçin dostunuzdur?

Geçen yıl beklenmedik ve ani ölümüyle Rahmet-i Rahman’a kavuşan lise yıllarından arkadaşım merhum Abdullah Özdemir. Makamı âli olsun. Sonraları pek sık görüşmesek de dosttuk ve öyle kaldık, çünkü bizi refik kılan ortak kaygılarımız ve ortak özlemlerimiz vardı. Lisede birlikte güzel zamanlar geçirmişliğimiz vardı. Dostluğun anlamına birlikte yaklaşmışlığımız vardı.

Koleksiyon yaptığınız bir şey var mı?

Çocukken cam bilyelerle oynamayı çoğu akranım gibi ben de çok severdim. Bilyeye biz çocukluğumda “mile” derdik. Oyunda ütülmekten yani “mile”lerimi kaybetmekten korkar, hiç hoşlanmazdım. Daha ziyade, bu renk renk cam “mile”leri, hele iri olanlarını biriktirmekti benim zevkim. Ama büyüdükçe her türden nesnelere dair koleksiyon yani biriktirme merakım giderek azaldı ve -kısmen kitaplar bir yana- belki de büsbütün ortadan kalktı. Biriktir biriktir nereye kadar, toplayıp yığmak, yığıp muhafaza etmek neden?! diye söyleniyorum bazen kendi kendime. Her şey gelgeç değil mi sonuçta? Biriktirmenin sonu var mı ve niye biriktirmek? Nesneleri collecte etmek değil de, onları anı diye, yadigâr diye saklamak anlamlı olabilir o da bir ölçüde… Koleksiyonculuğun bir ucu bazen nesne fetişizmine, marazi bir meraka varabiliyor. Her neyi olursa olsun “biriktirmek”, sürekli biriktirmek fikrinin kendisi beni son zamanlarda bilhassa irrite ediyor ve aslında mevcut olanı azaltmak ve sadeliğe varmak bana artık daha manalı geliyor. Minimalist bir tavrı giderek daha fazla önemsiyorum.

Şunu görmeden/yapmadan ölmek istemem, dediğiniz şey nedir?

Hızır ile Musa. Olmak ve Aramak adında bir çalışmam var. İlk baskısı 2011’de çıkan ilk kitabım. Varidatım bir nevi. Çok kısa bir süre zarfında ve çok özel bir haletiruhiye içinde kaleme alınmış bir metin. Yine benzer bir haletin beni bürümesini ve ölmeden önce böyle eserler verebilmeyi çok arzu ederim. Yaderk bir saikle yani esinle dolup benzer metinler yazmak isterim. Yazarak vârit olana tercüman olmak isterim.

Bize şimdi bir şiir adı vermeniz gerekse…

Malumunuz “Albatros’u Baudelaire’den, Ives Bonnefoy’dan Semender’i öğrendim” diye bir mısraı var İsmet Özel’in. Ben de bir merakla bu mısrada ismi geçen söz konusu iki şiire yöneldim ve kendimce bunların değerini takdir ve teslim ettim. Evet, bir değil iki şiiri yani “Albatros”u ve “Semender”i anabilirim burada. “Albatros”’un bilhassa son mısraı, finali bana çok etkileyici gelir: “Ses ails de géant l’empechent de marcher / Devasa kanatları yürümesine engel oluyor.” “Semender” şiirindeyse sabrın ve beklemenin ya da sabırla beklemenin hakîmane tasviri beni büyülemiştir.

Hangi film? Niçin?

“Ah Güzel İstanbul” adlı film diyelim. Niçin mi? Mesela aşk, hüzün ve özlem var orada.

Batı’yı ve Doğu’yu nasıl tanımlarsınız?

Batı’yı ve Doğu’yu iki farklı düzeyde tanımlamak mümkün görünüyor. Daha derin bir düzeyde Batı monoteist diyebileceğimiz ve bizim de dâhil olduğumuz havzayı ifade ediyor, bu bakımdan biz son tahlilde Batı’ya ait olup Batı’nın doğusunda yer alıyoruz. Bu perspektif içinde Doğu ise zihniyet yapıları ve dini tasavvurları Batı’dan çok farklı olmuş olan Çin, Japonya ve Hindistan’ı kapsıyor. Ama bu tasnif bir yana, tarihsel olarak daha yakın planda ya da düzeyde baktığımızda, Batı bugün -coğrafi anlamının ötesinde- kapitalist medeniyeti ve/veya modern/ist vaziyeti ifade ediyor; Doğu ise illa pre-modern demeyelim ama şu veya bu ölçüde a-modern olanı ya da modernlik dışı imkânları ifade ediyor. Son olarak, batılılaşmanın maalesef artık küresel düzeyde yaygınlaştığına ve hâlihazırda yerkürenin neredeyse tamamına nüfuz ettiğine işaret etmemiz gerekir. Kim bilir yakın gelecekte “Batı”nın üssü yani batılılaşmanın ya da kapitalist modernleşmenin yeni merkezi Çin olacak belki de. Yani coğrafi ve statik Batı-Doğu tasnifleriyle yetinmememiz gerekiyor.

İnsan insanın nesidir?

Aynasıdır. İnsan yekdiğerinde kendini tanır ya da tanıyabilir.

Yol mu, menzil mi?

Yolu ve menzili birbirinden kesinkes ayırmak bana anlamlı gelmiyor. Bizi menzile yani varılacak/inilecek yere ulaştıran şey yoldur nihayetinde. Yol da, yolun bizi götürdüğü yer de yani menzil de önemli. Salt “yolda olma”yı istemek bana, evet, çok da anlamlı gelmiyor artık. Felsefenin bir tanımı da “yolda olmak”tır denir. Vardığım noktada menzil gözetmeyen ya da varsaymayan ama kendini yolda oyalanmaya bırakan bir felsefe esaslı bir uğraş olarak görünmüyor bana. Şahsen yolda olmayı ama menzile götüren bir yolda “olma”yı temenni ediyorum ve “bilgelik sevgisi ve arayışı” olarak felsefeyi de “kend’olma”ya katkısı ve bilgeliğe götürebilmesi noktasında önemsiyorum. Bilgeliği sevmekle yetinemeyiz ama menzili bilgelik olan bir yola girmeli gözetmeliyiz. Yol ki vara bir yere. Yol ki yollaya menzile.

Dergide bir duvarımız var. Orası için bir cümle söyler misiniz?

“Sen aradığınsın!” diyor Mevlana. Ben de kendimce şunu ilave etmek isterim: “Aramak bulmanın yarısı değil, henüz olmayan tamamıdır.”

Siz şimdi gittiğiniz o şehri çok sevmişsinizdir. Biraz anlatsanıza.

Bursa. Çünkü bilhassa İstanbul’un paniğe çalan telaşını ve kaosa varan keşmekeşini sürekli tecrübe eden biri için Bursa’da zaman gerçekten farklı akıyor. Bu farklılık gönle inbisat, ruha inşirah veriyor ya da verebiliyor. Ama ben anlatmayayım. Bursa’da zamanın farklı aktığı özel mekânları bizzat keşfedin, oralarda yoğunlaşarak zaman geçirin ve farkı bizzat tecrübe edin derim. Bir de Kudüs, ah Kudüs!

Bize bir nasihat vermenizi istesek…

“Nasihat” kelimesinin etimolojisine baktığımızda, orada “içtenliği” buluruz. Şimdi içtenlikle size neyi salık verebilirim? Kalıcı dostluklara, hakiki yoldaşlıklara, sahici hemhalliklere talip olalım ve bunların kıymetini bilelim derim.

Son olarak, nasılsınız?

Bu soruyla bireysel olarak hâlihazırda ne durumda olduğumu soruyorsanız iyi olduğumu söyleyebilirim adet olduğu üzere. Yok eğer kelimenin etimolojisini de işin içine katacak tarzda ve genel manada “Ey insan, ne-asıl’sın?” diye soracak olursanız, aslımız bezm-i elest diye cevap verir ve aslı hatırlamanın ruhu silkeleyici ve sıhhat bahşedici oluşuyla insana iyi geldiğini söyleyebilirim. Nere-den geldiğimizi aslımıza bakarak, hakeza nere-ye gittiğimizi yine aslımızı hesaba katarak bilebiliriz ancak. Her latifede bir hakikat payı vardır. Gündelik ve sıradan görünümlü “Nasılsınız?” sorusunun temelinde ne-asıllığımızı ya da aslımızın ne-liğini gündeme getiren böyle bir metafizik yatıyor diye düşünüyorum.

Bu yazının başlığı yazardan bağımsız editoryal olarak hazırlanmıştır.