Çok özür dilerim dostum bir türlü sapamadım

çok özür dilerim dosrtum
çok özür dilerim dosrtum

Gerçi sen de haklısın. O çoğunluğu apartmanın kapıcı dairesinde oturttuğunda hiç sıkıntı yoktu değil mi? Ne zaman senin evinin karşısındaki daireyi satın aldı, ne zaman sen o dairenin kapısına çıkartılmış ayakkabıları gördün, mesele orada koptu değil mi?

Mevlevi mi olmak istiyorsun? Elbette ol. Fakat önce zaten varoluşsal olarak azıcık ‘heterodoksik’ olan Mevleviliğin içini izninle bi boşaltıvereyim: ‘Elif kızım, elinde iş var mıydı?’

Nurcu mu olmak istiyorsun? Elbette ol. Ancak önce adını değiştirip bir ‘çakma mehdi’ ihdas edeyim. Nurculuğun içine bolca bilimsel sos katayım. Bal peteğinde Allah yazsın, yıldızlar birleşip Kelime-i Şahadeti oluştursun gökyüzünde. Bakıp bakıp ‘hey koca Rabbım. Seni inkar eden taş olsun’ dersin. Bu da yetmez. Üzerine, tarihin gördüğü en seküler düzenekli örgütlenme biçimini de ekleyiveririz. Sisteme verdiğin para kadar, çalıştırdığın kas kadar adam yerine konulursun. Öyle Bediüzzaman’ı hakiki bir anlama çabası içine falan girmek istersen de işte hapishane seni bekliyor iki gözüm. Hapse atacak delil ihdas edemezsek ne gam? Elimizde itibarsızlaştırmadan tecride, iftiradan gıybete öyle kullanışlı enstrümanlar var ki şaşar kalırsın.

Hişşt. Çık bakayım o girdiğin dergahtan… Gerçi ‘şirketleşme’ gibi, ‘te-te-te-tekfir şov’ gibi bir takım mayınlar döşedik; fakat hala şu Nakşiliği bir türlü kendimize benzetemedik. Dolayısıyla, girme yanarsın evlat.

Maneviyat mı lazımdı? İspritizma var. Ruh falan çağırırsın. Ruhtan âlâ maneviyat mı var a kuzum?

Hadi şunun adını dürüstçe koyalım: Türkiye’nin oturduğu o apartmanda aslında en sıkıntılı şey olanca ‘ortodoksluğunuzla’ o iki artı bir dairede yaşayıp gitmektir. Zira en başından beri kulağınıza, sanki bir müezzinin yeni doğmuş bir bebeğin kulağına okuduğu ezan gibi, okunuvermiştir şu cümleler: ‘Ne olursan ol devr-i cumhuriyette. Lakin sakın ola ki olmayasın ortodoks bir kişi ki o ne zararlı bir kimlik, o ne yanlış bir tercihtir o.’

‘Kafası yenice kesilmiş tavuklar gibi sağa sola koşturup durduk da bir türlü evin yolunu bulamadık’ diyordu bir abimiz. Şimdi şimdi anlıyorum aslında bu cümlenin ne demek olduğunu. Cumhuriyetin geniş kapsamlı ‘dönüşüm projesi’, aslanlar gibi hedefine ulaşmış bir modernlik getirdi yalnız ve güzel ülkemize. ‘Her şey olabilirsin’ gazı verdi durmadan bize. Ve ekledi: ‘Her şey olabilirsin, ancak kesinlikle karınca kararınca yaşayıp giden bir ortodoks olmayı seçme.’ Mutlaka sap da nereye, ne şekilde saparsan sap!

Türk modernleşmesi, başarıya ulaşmış bir modernleşmedir ve ortodoksinin her görünümünden neredeyse tiksinir. Şahane bir ortodoks şair olan Yunus Emre’den ‘batı tipi bir hümanist filozof’ çıkarmaya çabalaması bundandır. Şahane bir ortodoks aşık olan Veysel’den ‘bir Cumhuriyet ozanı’ çıkarması bundandır. Esad Erbili’yi astıysa bundan asmış, Mehmet Akif’in Mısır’a gönüllü sürgüne gitmesine ses etmediyse bundan ses etmemiştir.

Bu topraklarda dinin ‘Allah’la kul arasında gerçekleşen bireysel bir ilişki’, politikanın ‘arada bir memleketi kimin yöneteceğine dair sandığa gidip kendini önemli sanma’, bilimin ‘Batı’ya karşı duyulan aşağılık kompleksini sürekli tezahür ettirmek için bir araç’ olarak tanımlanması rastlantı mıdır dersiniz? Koca koca ilahiyatçılarımızın dahi bilimleri ‘dini bilimler’, ‘fenni bilimler’ olarak ayıracak kadar zihinlerini sakatlamış olmaları tamamen tesadüf müdür dersiniz?

Hayır. ‘Kötü niyetli’ demem asla. Fakat ‘100 Soruda Mezhepler ve Tarikatlar’ kitabı kaleme alan Abdülbaki Gölpınarlı’nın kitabının ilk 33 sorusunun Şia ile ilgili olması, Sünnilikle ilgili olaraksa sadece 3 soruya cevap verilmesi falan da mı sadece ‘kaderin cilvesi’ be abi?

Neredeyse ‘çok özür dilerim dostum, bir türlü sapamadım’ demek sorunda kalacağız herkese. Yani ‘ben de namaz kılıyorum ama…’ diye başlayacağız yakında söze. ‘Ben de Hanefi’yim ama…’ diyeceğiz. ‘Ben bir Türk olarak bunları asla tasvip…’ diye sürecek cümlelerimiz.

Hayır. Hayır. Hayır. Çoğunluk olmak ayıp değildir. Çoğunluktan olmak, o büyük kalabalığın bir ferdi olarak yaşayıp gitmek ayıplanacak, kötülenecek, parmakla işaret edilecek bir şey değildir. Hele özür dilenecek bir şey hiç değildir.

Ağzınızı ‘iyi ama çoğunluğun azınlığa tahakkümü’ falan gibi basmakalıbın basmakalıbı cümlelerle doldurmayın, ağzınızın ortasına ortodoks bir yumruk yediğinizle kalırsınız. Bu memleketin 92 yılının neredeyse 75’inde politik iktidar, 92’sinde de kültürel iktidar hep ‘azınlığın çoğunluğa hükmetmesi’ ile mukayyettir. Öyle ‘az’dır ki nazarınızda bu çoğunluk, zahmet edip ‘abdest’ kelimesinin yazılışının ‘aptes’ olmadığını bile öğrenmemişsinizdir.

‘Müslüman, Türk, Sünni ve Hanefi olarak’ diye söze başlamak ayıp değildir. Siz, o verili kimliklerinizi sabah akşam gözümüze gözümüze sokmaya bayılırken bizden bunu ayıp bir şeymiş gibi saklamamızı istemenizse açık söylemek gerekirse pek çirkindir.

‘Yobaz’, ‘cahil’, ‘takunyalı’, ‘bidon kafa’, ‘koyun’ diye aşağıladığınız o çoğunluk bunların hiçbiri değildir.

Gerçi sen de haklısın. O çoğunluğu apartmanın kapıcı dairesinde oturttuğunda hiç sıkıntı yoktu değil mi? Ne zaman senin evinin karşısındaki daireyi satın aldı, ne zaman sen o dairenin kapısına çıkartılmış ayakkabıları gördün, mesele orada koptu değil mi?

‘Türkiye’nin adresi’ diyoruz ya. Bundan gayrı alışsan iyi olur. Her sabah kalktığında o adamla yüz yüze gelecek ve belki aynı otobüste yolculuk edeceksin. Bir de belki ‘günaydın’ yerine ‘selamün aleyküm’ diyecek sana. İşte benden sana bir nevi hizmet.

Biri sana ‘selamün aleyküm’ derse ona ‘aleyküm selam’ diye cevap verilir. Anlaştık mı?