Çok yanılgılı sanrılar ve içimdeki korku şöleni

On iki yıldır yatağa mahkûmum. Yürüyemiyorum, konuşamıyorum, tutamıyorum, gülemiyorum.
On iki yıldır yatağa mahkûmum. Yürüyemiyorum, konuşamıyorum, tutamıyorum, gülemiyorum.

Bağrışmaları duyuyorum, ayak sesleri geliyor. Merdivenlerden aşağı iniyorlar koşarak. Ben yine sessiz, hareketsiz; yatağın üzerine nasıl bırakılmışsam öyleyim. Bir eşya gibi... İçimden haykırıyorum: "Lütfen birileri beni alsın buradan!" Herkesin kendini kurtarmak için çırpındığı bir felaket anında kendini kurtaramıyor olmak, ne kadar ağır çaresizlikmiş. Ne olur, birileri beni hatırlasın. Bekliyorum. Ve sen ey yaşamak ümidi! Anladım ki en ağır çaresizliğin altında eziliyorken bile vazgeçilmiyor senden.

Paslanmış bir demirin bezginliği üzerime yapışmıştı sanki. Kımıldayamıyordum. Kalbim yerinde yoktu. Bir sabah uyandığımda yaşlanmış buldum kendimi. Ya da yaşlandığımı birden o sabah fark ettim, bilmiyorum. Buruşturulmuş bir kâğıda benzeyen yüzümde kötü el yazısıyla yazılmış satırlar vardı. Alınyazım olamaz. Gözlerimi çevirerek odayı kolaçan ettim. Oda dağınık ve ben o dağınıklığın bir parçasıyım. Duvarda asılı gömleğin içini dün ben dolduruyordum, şimdi boş. Şimdi ha ben, ha boşluk! Masanın üzerinde boş çay bardakları, birkaç tane kesme şeker ve kurumuş fesleğen... Karşı koltukta yığılı kitaplar... Yerde bir yastık... Zeminde gelişi güzel atılmış çirkin eşyalar... Bir kapı kapanma sesi duyuyorum. Bu ses oldum olası ürkütücü gelmiştir bana. Koca şehirde çalacak tek bir kapısı olmayanlara göre bu korkunç sesin şeytanın fısıltısından farkı yoktur.

Ben ki üstelik yatağa -veya çarmıha- çivilenmişim. Kafamın içinde yankı, gövdemde kilit... İnsanın seslenebileceği birinin olmaması ne kötü... Yardım isteyebileceği birinin olmaması... Bu vaziyetteyken bunları düşünmenin ne anlamı var. Biri olsaydı bile yardım etmesi için seslenemeyecektim. Korku ne kadar soğuk bir duygu... Alıp verdiğim her nefes buz dağı gibi... Yazık ki insan suda boğuluyor, buzda değil. Bahçemdeki eriğin gölgesi yetişiyor imdadıma. Dar pencereme vuran solgun sonbahar güneşinin ışıklarıyla tutunuyor karşı duvara. Annemin ellerini anımsıyorum; böyle uzun, böyle ince, böyle sıcak... Yaşlanmak budur belki de: gölgede sıcaklık aramak... Hâlbuki annem öldüğünde gençtim. Hâlbuki annemin elleri çoktan taş toprak. Işık çekiliyor birden, annemin elleri sıyrılıyor duvardan. Bana ne oldu, hatırlamıyorum.

***

Duvarlar eti üzerinden taze sıyrılmış iskeletlerden ibaret. Her yeri kan içinde, saçlarının arasında sülükler dolaşan bir oyuncak bebeğin kör bakışları üzerimde. Bir çift karanlık çukurdan başka bir şey yok bebeğin gözlerinde. Arka kapı gıcırdayarak açılıyor. Siyah kürklü kocaman bir kurt süzülüyor içeri. Kızıl gözleri, çelikten dişleri var. Bakışlarımızla birbirimizi kolluyoruz. Vahşi bir edayla odanın uzak köşesinde dolanıp yatağımın ayakucuna yaklaşıyor. Her adımı içimde gittikçe büyüyen bir korku izi bırakıyor. Tek hamlede yatağın üzerinde. Hareketsiz bir avdan başka bir şey değilim onun için. Ön ayakları göğsüme doğru yaklaşıyor. Savunmasızım. Yüz yüze geliyoruz. Leş kokan nefesini hissediyorum.

Tarifsiz bir tiksinti... Bu koku onun herhangi bir canlıyı ne kadar iğrenç şekilde öldürebileceğinin ispatıdır belki de. Salyaları üzerime damlıyor. Islak burnuyla boynumu kokluyor. Birazdan dişlerini boğazıma geçirecek. Şah damarımdan boşalan kanın ılık ılık enseme aktığını hissedeceğim. Ama hayır, göğsümün sol yanına doğru yol alıyor. Kalbim yok, kalbimin yeri boşluk. Yumuşak ve pürüzlü diliyle kalpsizliğimin çukurunda pıhtılaşan kanımın tadını çıkarıyor. Az sonra dişleriyle yakaladığı yer yine aynı; kalbimin olmadığı yer. Haykıracak gücüm yok. Kurtarıcım yok. Kanlı bebek dile geliyor: Baba, bizi niye terk ettin.

***

Yatağın çevresindeydiler. Yüzleri örtülüydü, vücutları görünmüyordu. Uzun, kırmızı pelerinleri vardı. Kara, kapkara ruhlardı. Lanetlenip helak edilmiş kavimlerin bireylerini canlandırıyorlardı. Duvarlara hiç bilmediğim semboller kazımışlardı. Hiç kullanılmamış dillerde tılsımlar. Kadim kötülüğün kapısını açmak için benimsenmiş bir kurbandım onlar için. Odanın tavanından ölü hayvanlar sarkıtmışlardı. Kulağımın dibinde bir kuzgunun heveskâr ötüşü. Yatağımın başucunda olacak olanın olmasını bekliyordu. Gittikçe yükselen korkunç bir uğultu; hep bir ağızdan söyledikleri ayin sözleri. Pelerinin içinden çıkan yedi kırmızı eldiven. Eldivenlerin içinde belirgin kimi sivri, uzun; kimi kısa, keskin parmaklar.

Her bir eldivenin tuttuğu kırmızı yakuttan yapılmış yedi hançer. Fakat eldivenlerin hiçbiri bir kola bağlı değil. Kolsuz eller tarafından kurban edileceğim, anlıyorum. Yüzsüz başlar, gövdesiz bedenler tarafından... İlk darbeyi günahsız olan vurmayacak, bu cellâtlar arasında yok öyle biri. Boşluğa kalkan yedi hançer aynı anda inecek, hissediyorum. Duvarlardaki tılsımlar benden önce kan sızıyor. Eldivenlerde gizli elleri anımsar gibiyim. Evet, tanıyorum; bu ellerin sahipleri benim dostlarım, arkadaşlarım, yoldaşlarım... Fakat neden? Ayin sözlerini tamamladılar. Uğultu kesildi. Son hissettiğim, hançer saplanan sıcak etin yarılması...

***

O büyük sarsıntı esnasında saat kaçı kaç geçiyordu bilmiyorum. Takvim hangi ayın hangi gününü gösteriyordu hatırlamıyorum. Takvimle saatle işi olan biri değilim ki. Hatta gece gündüz bile beni ilgilendirmiyor. Fakat deprem gece oldu. Dehşetli bir uğultuya uyandım. Gözlerimi açtığımda her yer zifiri karanlıktı, göz gözü görmüyordu. Kaldı ki odada yalnızdım; etrafta görebileceğim tek bir göz bile yoktu zaten. Basit metal yatağım azgın dalgalar üzerinde bir kayık gibi sağa sola savrulurdu. Camlar gürültüyle patladı. Çığlıkları duyuyordum. Az sonra ilaçlarla dolu olan tel dolap devrildi. Gözlerim karanlığa alışmıştı artık, eşyaları az çok seçebiliyordum. Tavanın üzerime çökmesini bekliyordum ama öyle olmadı. Deprem durdu bir anda. "Koşun!" "Babaaaaaa!" "Bu taraftan..." "Acele edin. Çabuk... Çabuk..." "Nevriye... Nevriye nerdesin?" Bağrışmaları duyuyorum, ayak sesleri geliyor. Merdivenlerden aşağı iniyorlar koşarak. Ben yine sessiz, hareketsiz; yatağın üzerine nasıl bırakılmışsam öyleyim.

Bir eşya gibi... İçimden haykırıyorum: "lütfen birileri beni alsın buradan!" Herkesin kendini kurtarmak için çırpındığı bir felaket anında kendini kurtaramıyor olmak, ne kadar ağır çaresizlikmiş. Ne olur, birileri beni hatırlasın. Bekliyorum. Ve sen ey yaşamak ümidi! Anladım ki en ağır çaresizliğin altında eziliyorken bile vazgeçilmiyor senden. Fakat umduğum gibi olmadı. Sesler uzaklaştıkça sustu içimdeki haykırış. Kimseye kızmadım kendimden başka, kimseye küsmedim. Hissizim. Evet, bir eşya gibi... Caddeye inen kalabalığın gürültüsüne kulak verdim. Ağlaşmalarla karışık konuşmalar, kim ne diyor anlamıyorum. Bir el fenerinin ışığı camları patlayan pencerelerden içeri süzülüp tavandan geçiyor hızla. Artçı şok başlıyor. Dışarıda çığlıklar. Allahım çığlık atabilmek ne büyük nimet, insanlar nasıl anlamıyorlar bunu. Birkaç saniye sonra... Tavan... Ağırlık... Çares... Beni sevme ihtimâlin yoktu zaten Sevgilim, bunu ben de biliyorum.

***

Annem on iki yıldır her sabah aynı şeyleri yapar. Elinde kahvaltı tepsisiyle odaya girer, tatlı bir ses tonuyla "Günaydın bir tanem!" der, tepsiyi yatağın yanı başında duran servis sehpasına bırakır, üzerime eğilip alnıma bir öpücük kondurur. Babam da on iki yıldır her sabah aynı şeyleri yapar. Sokağın başındaki (hâlâ aynı yerde mi bilmiyorum) fırına gider, buğusu üzerinde tüten ekmeklerden alır, dilimlediği ekmekleri getirip kahvaltı tepsime ekler, saçlarımı okşar ve güven veren bir tınıyla "Afiyet olsun aslanım!" der. Arkadaşlarım on iki yıldır bir takvim takip ederler. Belirledikleri sıraya göre her gün öğlen saatlerinde biri gelir. Ahmed geldiğinde birkaç saat kitap okur bana. Rasim ise civarda ne olup bittiğini anlatır; falanca ev almış, filanca araba, şu kimse dükkân açmış, onun oğlu üniversiteye gidecekmiş Ankara’ya; aklına ne gelirse artık.

Cengiz hiç sekmez, her gelişinde kız arkadaşıyla yaşadığı sorunlardan bahseder, gencecik çocuğu mahvetti kız. Hasan’la film izleriz genelde; yerli veya yabancı yeni çıkmış filmlerden birini alır gelir illa. Mustafa annemden gizli şekerleme getirir, komik olaylar konuşmayı sever, anlatırken kahkahalara boğulur. Ama beni en çok Veysel’in gelişi sevindirir çünkü her gelişinde hava almak için arabasıyla şehir tutuna çıkarız. Sevgilim on iki yıldır aklımda. Keşke bir kerecik olsun gözlerine bakarak onu ne kadar çok sevdiğimi söyleyebilseydim. Hiçbir zaman söyleyemedim. Bundan sonra zaten söyleyemem. On iki yıldır yatağa mahkûmum. Yürüyemiyorum, konuşamıyorum, tutamıyorum, gülemiyorum. Sadece gözlerim bana ait ve ben on iki yıldır ilacımı içirmeyi unuttukları herhangi bir günün her saatinde sanrılar, kâbuslar görüyorum. Adım Murat. Yaşım yirmi yedi.