Dedem, Samur,Kuduz ve Ben

Yıllar sonra Kuduz filmini tekrar seyrettiğimde dedemi, Samur'u, mahallemi ve asla unutamayacağım sekiz yaşımın hikâyelerimi hatırladım.
Yıllar sonra Kuduz filmini tekrar seyrettiğimde dedemi, Samur'u, mahallemi ve asla unutamayacağım sekiz yaşımın hikâyelerimi hatırladım.

Filmin adı Kuduz: Çocuklar Çiçektir. Başrollerinde Tarık Akan, Necla Nazır, Suna Selen, Hayati Hamzaoğlu ve Tuncer Necmioğlu var. Film, II. Dünya Savaşı'nın yaşandığı bir dönemde geçiyor. Yakup (Tarık Akan) ayağındaki engeli nedeniyle askere alınmıyor ve köyde kendi yaşıtları bulunmadığı için; sakin, kimsesiz ve sessiz bir hayat yaşıyor.

Çizgi film dünyasının en şahsına münhasır karakterlerinden Cedric'in bir bölümü şöyle başlar; "Büyükbabam olduğu için şanslıyım. O beni gerçekten anlayan tek insan." Bu yazıda anlatacağım hikâyemin, tam da Cedric'in bulunduğu yaşa tekabül etmesinin bir anlamı var, dedemle yaşadığım o kısacık ama unutulmaz zamanların da elbette. 8 yaşında olmak gerçeğin ta kendisi. Evet, 8 yaşındaydım. O yaşlarda seyrettiğim filmleri bugünün anlam penceresinden gördüğüm biçimiyle değil, o yaşların kendine ait duygu dünyası üzerinden değerlendiriyorum. Böylesi daha âdil geliyor bana. Mesela Orhan Elmas'ın yönetmenliğini yaptığı, başrolünde Fatma Girik'in oynadığı Boş Beşik filmini asla unutamam. Bebeği beşiğinden kapan kartalın kanat çırpışlarının zihnimdeki yeri hâlâ çok taze. Boş Beşik filmine daha sonra geliriz. Ama bu yazının hayatımdan geçen filmi başka. Kasabaya bir yabancı geldi. Ve hikâye başladı. Bu kez gelen oldukça tüylü bir yabancıydı. Mahallemizin Ufuk abisinin Samur adını verdiği, biraz boyluca, uzun tüyleri, gri rengi ve sürekli açık duran ağzıyla dikkat çeken bu köpek, kısa zamanda mahallemizin bir parçası oluvermişti. Bazen bizimle oynuyor, bazen uzak duruyor, bazen de "yabanın çağrısı"na kulak vererek hafiften saldırganlaşıyordu.

Yeşilçam'ın babacan emektarı Kadir Savun'a benzeyen mizacı, tok sesi ve yumuşacık yüreğiyle çocukluğumun süper kahramanı dedemin (Ali Akbulut), Adana'dan İstanbul'a bizi ziyarete geldiği günleri hiç unutamam. Dedem rutinlerin adamıdır. Safiye Ayla'nın sesinden Yemen Türküsü eşliğinde, tuhaf sesler çıkartan makinesiyle sakal tıraşı olmak ve o gür sesiyle Ayla'ya eşlik etmek gibi mesela. Hayatım boyunca kulağımdan çıkmayan bu ses ve melodiyi, kulak çınlaması ziyaretleri gibi sürekli duymaya devam edeceğim galiba. Dedem deyince kuponları gelir aklıma bir de. Kuponlarını kesmek için aldığı gazeteleri okumayı ihmâl etmediği günler, bu meşguliyetinden gayet memnun olmasını seviyordum. "Yabanın çağrısı" ve Samur. Onun tabiatından gelen bu hırçın hâli, mahallenin evlerden ırak çocuğu Fuat'ın hoşuna gidiyordu en çok. Köpeğin tabiatı bir oyundu ona göre. Samur'a öğrettiği bazı vahşilikleri kendi eğlencesine çevirmiş, komutla işaret ettiği kişinin üstüne saldırttığı Samur'u vahşi kölesi hâline getirmişti.

Evlerden ırak olmanın kitabını yazıyordu Fuat. Günlerden bir gün dedemin gazetelerini almak için yola düşüp, Samur'un bulunduğu sokağa girdiğimde, Fuat'ın komutuyla birlikte Samur'un üzerime doğru koştuğunu görmüştüm. Hayal meyal hafızamda canlanan dehşet dolu bir an. Samur'la aramızda bulunan 20-25 adımlık mesafeyi koruyabilirsem kendimi evimizin kapsından içeri atabilirdim. Havlayarak peşimden koşan bir köpek, önümde ulaşılması gereken kapı ve arkada bu hengameyi eğlence kabul ederek keyifle seyreden bir Fuat. Evet, evlerden ırak. Bahçeli evimizin dış kapısından içeri girmeme ramak kala bacaklarımdan çekildiğimi hissettim. Sonrasını hatırlamıyorum. Gözlerimi açtığımda annemin elinde bir bardak suyla beni sakinleştirmeye çalışırken, bir taraftan bana suyu içirmeye çabaladığını görüyordum. Telaşlıydı. O suyu içersem her şey çözülecekti sanki.

Sanırım Samur'la yaşadığımız olayın altıncı ya da yedinci günü. Televizyonda bir köpek tarafından ısırılan çocukları ilçedeki sağlık ocağına yetiştirme mücadelesini anlatan bir film dönüyor. Filmin adı Kuduz: Çocuklar Çiçektir. Başrollerinde Tarık Akan, Necla Nazır, Suna Selen, Hayati Hamzaoğlu ve Tuncer Necmioğlu var. Film, II. Dünya Savaşı'nın yaşandığı bir dönemde geçiyor. Yakup (Tarık Akan) ayağındaki engeli nedeniyle askere alınmıyor ve köyde kendi yaşıtları bulunmadığı için; sakin, kimsesiz ve sessiz bir hayat yaşıyor. Yakup'un sevdiği kızı yani Gülsüm'ü (Necla Nazır) Ayşe Nine aracılığıyla istetmesi, onu köyden kopartacak cümleleri duymasına neden oluyor. Gülsüm'ün annesi, "Baba evinde görmedi hiç değilse koca evinde gün görsün" diyerek kızını Topal Yakup'a layık görmüyor. Yakup sevdiği kıza yaşatabileceği hayatı düşündüğünde bu cümleye hak veriyor biraz da, kendi içine gömülerek, çok üzülse de çareyi köyü terk etmekte buluyor.

Köye, varlıklı- gaddar baba Haşim Bey aracılığıyla Almanya'dan hediye olarak gelen bir köpek, hikâyeyi tetikliyor. Köpeğin ismi Almanca dağ anlamına gelen Berg'dir. Berg bizim Samur gibi bazı komutlara duyarlı ve onları sahibinin isteği doğrultusunda hayata geçirmeye yeteneklidir. Beklenen gerçekleşir ve Berg köydeki neredeyse bütün çocukları bir oyun esnasında ısırarak ormana kaçar, kuduz olduğu için kaçtığı ormanda bir köylü tarafından vurulur. Berg'in ısırdığı çocukların ilçeye götürülerek kuduz aşısı olmaları gerekmektedir. Yakup, Gülsüm ve Ayşe nine, birlikte bu mühim vazifeyi yerine getirmek için zorlu bir yolculuğa çıkacaklardır. Haşim beyin oğlu, babasından korktuğu için köpek tarafından ısırıldığını saklasa da, çok geçmeden ağzından köpükler çıkararak kudurmaya başlar. Arabasıyla oğlunu ilçeye yetiştirmeye çalışan babasına "kurtar beni baba" diye yalvarsa da her şey için çok geçtir artık.

Haşim bey, gaddarlığını örten ağlamaklı bir pişmanlıkla "Korktun benden değil mi oğlum" dese de bu ölümü izlemek zorundadır... Diğer çocukların akıbeti, filmi izlemek isteyenlere kalsın. Samur'un saldırısı sonrasında dedemin ve annemin hastaneye götürelim ısrarını iğneden korktuğum için ağlayarak reddetsem de nereye varacağını bilmediğim bir sonuçla karşılaşmaktan çekinmiştim. Dedemle birlikte sağlık ocağının yoluna düşmemiz uzun sürmemişti bu yüzden. Hastaneye giderken geçtiğimiz Samur'un bulunduğu o sokakta, kendimi oldukça korunaklı hissettiğim dedemin gölgesine saklanıyordum. Samur bana baksa da gözlerimi ondan hiç kaçırmıyordum. Dede gücüyle birlikte korkusuzluğu tatmıştım. Günler günleri kovaladı. Bir gün Samur'un etrafına çocukların toplandığını gördüm. Yanlarına gittiğimde Samur yerde yatar vaziyette kesik kesik nefes alıyor ve ağzından köpükler saçıyordu.

Ayağa kalkması zor görünüyordu. Hemen ilerde yere çömelmiş Samur'a bakan Ufuk abiye göre köpek zehirlenmişti. Başka mahalleden gençler Ufuk abiden köpeği istemişler, "köpeğim ölene kadar bende kalacak" cevabını verince, onlar da böyle bir vahşiliği yapmayı tercih etmişler. Veteriner çağırılsa da, çok geç kalındığı için Samur gözlerimizin önünde can verdi. Bu anı hiç unutamıyorum. Ufuk abi, ölmüş köpeğine bakamıyordu. Dedem ise "Samur'a iyi bir mezar yapabilirsiniz" diyerek bize yol gösterdi. Biz de televizyondan gördüklerimizi taklit ederek görkemli bir cenaze töreni düzenledik. Dedem, Samur'u bir kutuya koydu. Derenin kenarında Ufuk abilerinin arka bahçesine gelecek şekilde bir çukur kazdık ve Samur'u o çukurun içine bıraktık. Çocuk aklımızla tahtalardan adını yazdığımız haç işaretli bir mezar taşı yaptık. Tıpkı filmlerdeki gibiydi. Bu olaydan yalnızca iki sene sonra gölgesinden güç aldığım dedem Adana'da vefat etti.

Son yolculuğuna cenazesinden etkilenirim diye götürmemişlerdi. Yıllar sonra Kuduz filmini tekrar seyrettiğimde dedemi, Samur'u, mahallemi ve asla unutamayacağım sekiz yaşımın hikâyelerimi hatırladım. Hayat o zamanlar Cedric'in her gece günlüğünü çekmeceye bırakmadan önce söylediği söz gibiydi. "İtiraf etmeliyim sekiz yaşındaysanız hayat gerçekten çok güzel..."

  • Not: Kuduz aşısını bulan Louis Pasteur'un hayatının anlatıldığı, yönetmenliğini William Dieterle'nin yaptığı 1936 yapımı Louis Pasteur'un Hikâyesi – The Story of Louis Pasteur filmini de önermiş olayım.