Değer mi tüm bunlara?

Neredeyse on dakika süren karşılıklı bir sevgi sağanağında kalmanın hazzını gözyaşlarımızla kucaklıyoruz.
Neredeyse on dakika süren karşılıklı bir sevgi sağanağında kalmanın hazzını gözyaşlarımızla kucaklıyoruz.

Ben herkesten fazla kalıyorum balkonda. Belki de yarım saat yerime mıhlanmış gibi az evvel bizim için yapılanları düşünüyor ve karanlığın içinde uzanıp giden denize doğru bakıyorum. Çok değil yarım saat öncesi aklımı kurcalayan tüm olumsuz sorular kaybolup gidiyor. Masamın başına geçip koltuğuma çöktüğümde yüreğim bulutlar kadar hafif… Kızarmış gözlerime, yıkamaktan renkleri solmuş ellerime aldırmaksızın aynada kendime cevap yetiştiriyorum: "İnsan için, insanlık için değiyor ya yetmez mi?"

Korona günlerinde…

"Doktor Cengiz Sağlam, Doktor Cengiz Sağlam yoğun bakım ünitesinde bekleniyorsunuz!"

Uzun hastane koridorunun ortasında sağa sola yalpalayarak koşuyorum. Her yanda ayrı bir telaş… Sağımdan solumdan geçen birçok maskeli ve beyaz korunma elbiseli meslektaşlarım… Hepimiz birbirimize bir metre uzaktan bakıp konuşmadan ilerliyoruz. Yoğun bakım ünitesinin önünde Esra Hemşire hem ağlıyor hem anlatıyor:

"41 yaşında bir anne… Aşırı solunum problemi var. Lütfen, lütfen… Bir şeyler yapın!"

Esra’yı arkamda bırakıp giriş istikametine göre sol orta kısımdaki hastaya doğru koşuyorum. Yoğun bakım ünitesindeki 20 yatağın hepsi de dolu. Sağ en baştaki 66 yaşında bir erkek. Entübe durumunda… Onun hemen yanında bir 80’lik nine…

"Ben yeterince yaşadım. A oğul Rabbim size ömür versin. Uğraşmayın boşuna benimle." deyip duruyor. Baştan üçüncü sırada 38 yaşında bir gazi… Cudi’de bıraktığı bir ayağını vatana hediye etmiş. "Şimdi fedakârlık sırası bizde" diyerek koşuyoruz yanına. İşte Esra’nın bahsettiği hanım. Yüzüstü vaziyette ağzındaki solunum borusuna sımsıkı yapışmış halde… Yanına yanaşıyorum. Birkaç kez aynı şeyleri tekrarlıyor. Anlamıyorum dediklerini. Sonra ağzındaki maskeyi aralayıp yineliyor:

Evde üç çocuğum var Doktor Bey. Ne olursunuz…

  • Gözlerinden boşalan yaşları silip yutkunuyor. Sonra daha da sıkı yapışıyor cihaza. Onu öyle görünce iki gecedir üç saatlik uykuyla duran gözlerime ağırlık çöküyor. Vücudum sendeliyor, hıçkırıklarımı göz kapaklarımın ardına gizliyorum. Kadının kontrollerini yapıp nefes alış verişini bir düzene koyduktan sonra ünitenin dışına çıkıyorum. Yalpa yaparak yürürken gözüm duvardaki saate takılıyor. Saat akşamın 8’i… Duvardaki saatten aldığım bakışlarım, koridorun başındaki hemşire bankosunda uyuklayan iki gencecik kız arkadaşımızda duraksıyor. Selin ve Zeynep. Her ikisi de benimle birlikte neredeyse 16 saattir mesaideler. Selin dört ay önce nişanlandı. Yirmi gün sonra düğünü olacaktı. Müstakbel eşi ambulans şoförü… İkisi de ağır mesaide… Bu yüzden süresiz ertelemek zorunda kaldılar düğünlerini. Son on beş gündür nişanlısı Ali ile nerdeyse hiç görüşmediğini söyleyip birbirlerinden köşe bucak nasıl kaçtıklarını anlatıyordu birkaç saat önce.
Bizi daha fazla üzen, o "acaba"ları da giderken kendimizle götürüyor olmak…
Bizi daha fazla üzen, o "acaba"ları da giderken kendimizle götürüyor olmak…

Zeynep’in ise on bir aylık bebeği var. Daha tazecik bir anne… Kızı Zümra’yı on üç gündür kucağına alamadığını, virüsün ona bulaşma ihtimalinden ötürü yavrusunu sütten kesmek zorunda kaldığını ağlayarak anlattı bize. O ağladıkça yüreğim düğümlendi. Kelimelerimi bir kâğıtla birlikte buruşturup çöp kutusuna attım. Son on yirmi gündür neredeyse her gün aynı ıstırabın içindeyiz. Her gün aynı "acaba" larla giriyoruz kapıdan. Bizi daha fazla üzen, o "acaba"ları da giderken kendimizle götürüyor olmak… Şuana kadar üç arkadaşımız karantinaya alındı. Her gün ve her gece sıranın bize gelmesini bekliyoruz. Onlarca kırık dökük düşünceler eşliğinde "ne yana dönsem bir dramın ucundan tutacağım sanki" düşüncesi ile yere bakarak odama geçiyorum. Penceremi açıp içeri dolan temiz havayı ciğerlerime çekiyorum. Karanlığın bir kandil gibi asıldığı sokak lambalarına ve onların ardında uzanan deniz manzarasına bakıyorum bir süre. Yüreğimi "güzel ve güneşli günler" hasreti aniden titretip geçiyor.

Onlarca kırık dökük düşünceler eşliğinde "ne yana dönsem bir dramın ucundan tutacağım sanki" düşüncesi ile yere bakarak odama geçiyorum.

Masamdaki çerçeveden bana bakan ve yirmi gündür yanlarına uğramadığım eşim, kızım ve oğluma dönüyorum. Onlar nezdinde bir korku ve endişe içinde en sevdiklerine hasret tüm insanlık adına gözlerim yaşarıyor. Dört yaşındaki kızım Buse’nin bana sarılmak için yaptığı nazları, yedi yaşındaki oğlum Kerem’in bana yanaşmak için bulduğu bahaneleri ve benim onlara hep biraz mesafeli davranışlarımı tekrar tekrar hatırlayıp kahırlanıyorum. Saniyeler içerisinde aklımdan onlarca düşünce geçiyor. Bugüne dek kendime sormayı yakıştırmadığım onlarca soru zihnimi kurcalıyor. "Ne için bu kadar fedakârlık? Değer mi bunlara?" sorgulaması beynime sabitlenip kalıyor. Yüreğim el vermese de zihnime engel olamıyorum. "Ah ne olurdu zamanı geriye sarmanın bir yolu olsaydı!" diyerek kaç kez söylendiğimin farkında bile değilim. Öyle ki dışarıdan gelen seslerle kendime gelebiliyorum.

Neler olup bittiğini anlamak üzere odamdan dışarı açılan küçük balkona çıkınca zaten bir süredir ağlamaya müsait gözlerimden yaşlar akmaya başlıyor. Hastanenin poliklinikler kısmına bakan apartmanların balkonlarını dolduran onlarca insan, hastaneye doğru bakıp çığlık atıyor, ıslık çalıyor ve çılgınca bizi alkışlıyor. Her türlü sevgi sözcüğünü ya da minnet cümlesini duymak mümkün. "İyi ki varsınız!" "Türkiye sizinle gurur duyuyor!" "Sizi seviyoruz!" "Allah yardımcınız olsun!" Daha nice anlamlı ve bir o kadar değerli sözler havada uçuşuyor. Şaşkınlık dakikaları geçtikten sonra hastane personeli olarak bizler de aynı alkışlarla karşılık veriyoruz. En alttan en üste kadar neredeyse tüm hastane pencere ya da balkonları sağlık çalışanlarınca doluyor. Neredeyse on dakika süren karşılıklı bir sevgi sağanağında kalmanın hazzını gözyaşlarımızla kucaklıyoruz. Ben herkesten fazla kalıyorum balkonda. Belki de yarım saat yerime mıhlanmış gibi az evvel bizim için yapılanları düşünüyor ve karanlığın içinde uzanıp giden denize doğru bakıyorum. Çok değil yarım saat öncesi aklımı kurcalayan tüm olumsuz sorular kaybolup gidiyor. Masamın başına geçip koltuğuma çöktüğümde yüreğim bulutlar kadar hafif… Kızarmış gözlerime, yıkamaktan renkleri solmuş ellerime aldırmaksızın aynada kendime cevap yetiştiriyorum: "İnsan için insanlık için değiyor ya yetmez mi?"