Dekadans korkusunun romanı: Huzur

Romanımızın sorumlu değil, sorunlu sanatçıların elinde edebi bir değer taşıdığına Ahmet Hamdi Tanpınar’ın da inandığı kanaatindeyim.
Romanımızın sorumlu değil, sorunlu sanatçıların elinde edebi bir değer taşıdığına Ahmet Hamdi Tanpınar’ın da inandığı kanaatindeyim.

Tanpınar Suat’ı anlatabilseydi, belki bugün akademinin elindeki en büyük koz olan Doğu-Batı, gelenek-modernizm, İstanbul, musiki, mimari gibi sayım döküm unsurları yerine; insan tekinin içinde bulunduğu ve modern dünyanın yarattığı yaralı bilinci, yenilmekten başka bir çıkar yol bulamayan, tutunamamayı, niteliksizliği ve hep daha güzel yenilgileri düşleyen modern insanın çaresizliğini sanatçı duyarlılığı içinde işleyecekti.

Sanatını kurban ederek, kendi huzursuzluğunu anlatmayı göze alamayan ve vicdan azabı ile yanıp tutuşarak toplumun huzurunu sağlamak için kendinden vazgeçen sorumlu aydının romanı: Huzur.

  • “Bu zavallı dostunda kaç türlü insan var tasavvur edersin? Dinsiz ve münkir, mistik, şaşırtmaktan hoşlanan adam, hissi insan, maskara, ciddi iş adamı, rate aktör, hiç olmazsa dış tarafı kurtarmaya çalışan aile reisi, sinik çapkın... Daha sayayım mı Mümtaz?”

Suat’ın Mektubu’ndaki bu ifadeler, aslında aydın mesuliyetinden sıyrılmak ve sanatçı kimliğine bürünmek isteyen bir yazarın itirafları, daha doğrusu dekadan ve bohemyan tavrın bir göstergesi olarak yorumlanabilir. Huzur romanında sanatçı Tanpınar’ın ortaya çıkmasını engelleyen temel unsur ise Namık Kemal’de proto-tipini gördüğümüz ve Yahya Kemal’de kemale eren terkip peşindeki “bilen aydın”ın sembolü olan İhsan karakteridir. İhsan bu yönüyle süper egoyu temsil ediyor da diyebiliriz.

İhsan (bilen aydın) Türk romanında Dostoyevskivari kahramanların, daha doğrusu bunalım ve buhran içindeki bireylerin, Nietzsche’nin felsefesinin izlerini taşıyan nihilist görüşlerin, yalnızca sanatı öne çıkararak diyalojik bir tarzla, onları yargılamadan, mahkum etmeden, seslerinin duyulmasını sağlayarak işlenmesini, şimdilik çocukluğunu yaşadığı ve temel meselelerini halledemediğini düşündüğü Türk edebiyatı için lüks bulur. Aslında Yahya Kemal’in de Fransa’da kaldığı yıllarda etkilendiği Baudlaire ve sembolistler yerine Heredia gibi Apollonist şairlere yönelmesinin temel nedeni zannımızca budur. Bu refleks dekadans ve bohemyan tavırdan kaçınma zaruretidir.

Namık Kemal’in Hugo’ya olan hayranlığının altında yatan nedenleri görmezden gelmek, edebiyat tarihimizin siyasal, toplumsal yorumlara mahkum edilmesini beraberinde getirerek, yazarlarımızın kurduğu tuzağa düşmemize neden olmaktadır.
Namık Kemal’in Hugo’ya olan hayranlığının altında yatan nedenleri görmezden gelmek, edebiyat tarihimizin siyasal, toplumsal yorumlara mahkum edilmesini beraberinde getirerek, yazarlarımızın kurduğu tuzağa düşmemize neden olmaktadır.

Namık Kemal’in beytini burada yeniden hatırlamakta fayda var. “Bais-i şekva bize hüzn-i umumidir Kemal/Kendi derdi gönlümün billah gelmez yadına”. Bir yemin metni gibi duran bu beyti Tanpınar’ın “Modern Türk edebiyatı bir medeniyet krizi ile başlar.” mottosu ile beraber düşündüğümüzde, yazarlarımızın neden “birey”i değil, toplumu öne çıkardıkları hakkında bir fikir sahibi olabiliriz. Çünkü krize yakalanan aslında aydındır, fakat kendi dertlerini dile getirmemeye yemin etmiş olan ve “babalığa” soyunan yazarlarımız hastalığı dışa yönelterek çare aramayı tercih etmişlerdir. Batı’da özellikle modernist yazarların modernizme karşı çıkışlarının altında kendi bireysel sanatçı kimlikleri öne çıkarken, yani akıl, bilim, ilerleme düşüncesine yönelttikleri eleştirel tavır kendisini gösterirken, bizde ise söz konusu kavramlar, Batıcı, Türkçü, İslamcı aydınlar tarafından yüceltilerek eserler verilmeye devam edilmiştir.

Bu anlamda Fikret, Akif, Gökalp aynı pota içinde düşünülebilir. Batı edebiyatında bildungsromandan künstlerromana (sanatçı romanı-dekadan-bohem) geçiş yaşandığında ki 19. asrın sonundan itibaren ilk örnekleri verilmeye başlanmıştır- Türk edebiyatı akılcılığın ve bilimperestliğin peşinde koşmaktaydı. Halid Ziya nasıl ki dekadan ve bohem görünmekten korkarak Mai ve Siyah’ta Ahmet Cemil’den “kaymakam” yani bir sanatını kurban etmiş bir aydın yaratmışsa, Tanpınar da Huzur’da bizce gönlündeki kahraman olan dekadan- bohem Suat’ı, aydın-yazarımız akademisyen Mümtaz’a dönüştürmüştür. Suat, romanda bir protagonist olarak dekadan tavırlar sergilerken Tanpınar Dostoyevski’nin kötücül kahramanlarına tanıdığı hürriyeti vermez ve onun sesini kısar, onu bayağılaştırırken değersizleştirir.

Batı’nın ahlak anlayışı “alafranga” züppe ve hainlerle ortaya serilirken, asıl krizin bu tipleri içinde barındıran yazarlarımızda olduğu görmezden gelinmiştir.

Hâlbuki Dostoyevski’den itibaren Oscar Wilde, Kafka, Joyce başta olmak üzere bütün modernistler Suat gibi kahramanlar yaratmış, fakat onları değersizleştirme yerine modern dünyaya yönelttikleri olumsuz bakışın ana aktörleri olarak sunmuşlardır.

Popüler bir tabiri kullanarak Tanpınar benzeri yazarlarımızın şöyle dediğini var sayabiliriz. “Halka dekadan olduğumu söylemeyin, onlar beni aydın sanıyor”.

Modernist yazarların Baudlaire’den bu yana “kötü, bayağı, yoz ve ahlaksızlık”ı öne çıkarmaları; modernizmin bütün değerlerin içini boşaltarak sahte bir ahlak anlayışı ve toplum düzeni yaratılmasına bir tepki olduğunu kabul ettiğimizde, Batı’da “birey”in çıkmazı olarak başlayan kriz, bizde topluma yansıtılmak suretiyle Batı’nın “birey”ine karşılık gelen aydınımızın krizi gizlenmeye çalışılmış ve bir toplumsal misyona, ödev bilincine, vicdan azabına dönüştürülmek suretiyle yanlış aksettirilmiştir. Batı’nın ahlak anlayışı “alafranga” züppe ve hainlerle ortaya serilirken, asıl krizin bu tipleri içinde barındıran yazarlarımızda olduğu görmezden gelinmiştir.

Yahya Kemal’in sıtma derecesinde sevdiği Baudlaire yerine Heredia’yı öne çıkarmasını, Yakup Kadri’nin Dionizosyen Eski Yunan’a hayranlık duyduğu hâlde, romanlarında bu tip kahramanlar olan Seniha ve Leyla’yı alafranga hâline dönüştürmesini, hatta Namık Kemal’in Hugo’ya olan hayranlığının altında yatan nedenleri görmezden gelmek, edebiyat tarihimizin siyasal, toplumsal yorumlara mahkum edilmesini beraberinde getirerek, yazarlarımızın kurduğu tuzağa düşmemize neden olmaktadır. Toplumsalın peşinde koşan yazarları toplumsal koşullar altında inceleme kolaylığı olarak da adlandırabiliriz bu durumu. Akademik çevrelerde yapılan tezlere bakıldığında bu husus kolaylıkla görülebilir.

İsmet Özel’den ödünç alarak “tersinden edebiyat tarihi”ne ihtiyacımız olduğu muhakkaktır. Namık Kemal’in İntibah’ının ana kahramanının Mahpeyker, Ahmet Mithat Efendi’nin Felatun Bey, Mai ve Siyah’ın kravat takmamış ve memur olmamış, dekadan ve bohemyan bir hayatın peşinde belki de intiharla sonuçlanacak bir hayatı tercih edecek olan Ahmet Cemil olduğunu bir an için düşünsek, yazarlarımızın bize daha edebi eserler armağan edeceğini var sayamaz mıyız? Çünkü sanatçı kimliklerini teşhir ettikleri eserler daha sahih olamaz mıydı? Burada bir parantez açarak şunu söyleyebiliriz ki Türk aydını şunu fark edememiştir.

Yakup Kadri zaten bunu anladığında halka karşı bir yergi olan Yaban’ı yazmıştı.
Yakup Kadri zaten bunu anladığında halka karşı bir yergi olan Yaban’ı yazmıştı.

Halk kendisine dayatılan modern sembolleri krize yakalanmadan kabul edebilmiştir. Örneğin şapkayı ters çevirerek takke yapar. Yakup Kadri zaten bunu anladığında halka karşı bir yergi olan Yaban’ı yazmıştı. Bu konu başka bir yazıyı ilgilendirdiği için bu tespitle yetinerek devam edelim. Krize madem ki onlar yakalanmış söz konusu ikilemleri, çatışmaları, buhranları, bunalımları toplum hayatı yerine kendi içsel dünyaları içinde anlatabilselerdi, “olmadığı ile ilgili çeşitli spekülasyonlarda bulunulan Türk romanı acaba bugün hangi noktada bulunurdu?” diye merak ettiğim için bu soruları soruyorum. 1950’lerden itibaren “sorumlu bilen aydın kimliği” yerine “bilmeyen sorunlu sanatçı”ya dönüşen yazarlarımızın modernist edebiyatla ve çağıyla kurduğu bağın daha sahici olduğu düşüncesiyle bu yazıyı kaleme aldığımızı belirtmeliyim.

Romanımızın sorumlu değil, sorunlu sanatçıların elinde edebi bir değer taşıdığına Ahmet Hamdi Tanpınar’ın da inandığı kanaatindeyim. Öyle olmasa romanlarını yazdıktan sonra “Behçet Bey”e ve “Suat”a mektup yazmazdı. Dekadans tavırlar sergileyen ve sanatçı benliğini temsil eden Suat’tan, güçsüz bir karakter olan ve Namık Kemal’in sevmeyeceği beceriksiz Behçet Bey’den özür dilemesi, Tanpınar’ın da bize benzer bir tavır içinde olduğunun göstergesidir. Tanpınar, “Namık Kemal sendromu”nu yenerek çok sevdiği modernist yazarların güçsüz, sorunlu, yenilen, tutunamayan kahramanlarını öne çıkarmayı başarabilseydi, söz konusu romanları, yani Huzur ve Mahur Beste süper egonun engellemelerine takılmasaydı, kabul etmek gerekir ki romanımız modernist edebiyatın ilk örneklerine kavuşabilecekti.

 Meğer gerçek Tanpınar, Mümtaz değil Suat’mış.
Meğer gerçek Tanpınar, Mümtaz değil Suat’mış.

Bu hâliyle bile modernist yazarlarımıza örnek olduğu hatırlandığında, demek istediğimiz husus daha net ortaya çıkacaktır. Bir an Suat’ın, Mümtaz’ın yerini aldığını düşünelim. Mümtaz da tabii ki ikilem içinde olan bir aydının sembolüdür, ama sonuçta hep bir sentez ve kurtuluş peşindedir. Batmayı, başarısız olmayı, dekadan olmayı göze alamaması yönünden Suat’tan farklıdır. Hâlbuki Suat için başarısızlık, yozlaşmışlık, yenilgi olumsuzluğu içermez. Baudlairyen ve Kafkaesk tavrın karşımı olan bu tip, Dostoyevski kahramanlarından da izler taşır. Yapıcı, sentezci değil yıkıcıdır. Yozlaşmanın ve çürümenin, kötülüğün kaçınılmaz olduğunu kabul eder.

Tanpınar Suat’ı anlatabilseydi, belki bugün akademinin elindeki en büyük koz olan Doğu-Batı, gelenek-modernizm, İstanbul, musiki, mimari gibi sayım döküm unsurları yerine; insan tekinin içinde bulunduğu ve modern dünyanın yarattığı yaralı bilinci, yenilmekten başka bir çıkar yol bulamayan, tutunamamayı, niteliksizliği ve hep daha güzel yenilgileri düşleyen modern insanın çaresizliğini sanatçı duyarlılığı içinde işleyecekti. Çünkü günlüklerinden öğrendiğimiz kadarıyla hep dış dünya ve ideolojiler yerine sanata sığınmış ve tek gayeleri bir sanat eseri üretmek olan yazarlara hayranlığını gizlememiştir. Suat ona bu imkânı verebilecekti fakat zaman Tanpınar’ın korkusunu haklı çıkardı. Yakın zamanda günlükleri yayımlandığında Tanpınar’ın bohemyan ve dekadan itirafları pek çok kişiyi rahatsız etti, belki de yayımlanması bu nedenle geciktirildi.

  • Zira bu yeni Tanpınar imgesinin hazmı hayli güçtü kimileri için. Muhafazakâr kimliği içinde gösterilmeye çalışılan Tanpınar’ın iç dünyasında kopan fırtınalar, duygu ve düşünce salınımları onun sanatçı kimliğinin yansıması olarak değil, ideolojik görüşleri olarak yorumlandı.

Hâlbuki bizce günlükler, onun kafası karışık bir adam olmaktan çok, dekadan-bohemyan tavır içinde gerçek bir sanatçı olduğunu gösterdi. Meğer gerçek Tanpınar, Mümtaz değil Suat’mış. Olması gerektiği gibi. Tanpınar’ın romanlarında fragman olarak karşımıza çıkan “sorumlu” değil “sorunlu” kahraman portreleri, özellikle Suat ve Behçet Bey’e mektupları ve günlükleriyle beraber okunduğunda ete kemiğe bürünecek ve dekadans korkusunun edebiyatımıza verdiği zarar daha açık ortaya çıkacaktır.

Popüler bir tabiri kullanarak Tanpınar benzeri yazarlarımızın şöyle dediğini var sayabiliriz. “Halka dekadan olduğumu söylemeyin, onlar beni aydın sanıyor”.Tanpınar sonrası modernist yazarlarımız ise doğru bir tavırla “aydın olduğumu söylemeyin, onlar beni dekadan sanıyor” demiş ve romanımızın çıtasını yükseltmişlerdir.