Depremden sonra Türkiye’de iyilik nasıl usul usul yolunu buluyor?

Arşiv
Arşiv

Türkiye’de iyilik usul usul akan bir ırmağa benziyor. Görevini her zaman yapan, vazifesinin ne olduğunu her zaman bilen ve gidip işini yapıp sessizce alandan çıkan insanlardır iyilik yapanlar.

Önce sıcak olanı anlatmakla başlamak lazım. Deprem haberini aldığımızda, Cins Dergi olarak, ne yapabiliriz diye düşündük ve derhal Kahramanmaraş’a doğru hareket edip Kahramanmaraş’ta şahsen tanıdığımız bazı insanlara ulaşmak, şehirden tahliye edilme imkânı olmayanları şehirden çıkarmak ve kimi ailelere ev bulmak için bir hareketlenme sağlamaya karar verdik. Depremin ikinci günü, salı günü bütün hazırlıklarımızı yapıp, elimizden geldiği kadar yardım malzemesi toplayıp, üçüncü günü sabahı da Kahramanmaraş’a doğru yola çıktık. Depremin hemen hemen 60. Saatinde Kahramanmaraş’a varmış olduk. O yıkımı gördük, insanların bekleyişlerini gördük. Evini kaybetmiş, yakınlarını kaybetmiş, ailesini kaybetmiş insanları gördük. Hayatta sahip olduğu neredeyse her şeyi kaybetmiş insanları gördük. Şehirdeki o hummalı çalışmayı, enkaz kaldırma çalışmalarını gördük. Geceyi orada geçirdik. Yardımlarımızı ulaştırdık. Tahliye edeceğimiz insanları şehirden tahliye ettik ve Cins Dergi olarak Yusuf Genç, Mustafa Sami Özdemir, Hasan Yüksel, Seyfican Oğur gibi arkadaşlarımızla elimizden gelen vazifeyi yerine getirmiş olduk. İçimizden bazı arkadaşlarımız çalışmak üzere deprem bölgesinde birkaç gün daha kaldılar. Biz de deprem bölgesinden beşinci günün sabahı çıkmış olduk.

Şimdi İsmet Özel’in muhteşem bir şiiri vardır, “Yıkılma Sakın”. Deprem bölgesinde durmadan aklımda o İsmet Özel dizesiyle Cahit Zarifoğlu’nun “Şimdi Üzgünüz Arkadaş” dizesi dönüp durdu… Hem -yıkılma sakın- hem -şimdi üzgünüz arkadaş-. Büyük bir üzgünlük var ama bunun karşısında tek bir vazife var: Yıkılmamak. Fiziki olarak yıkılmamak; yani daha fazla evin yıkılmaması, daha fazla yuvanın yıkılmaması daha fazla insanın yıkılmaması. Bir de manevi olarak yıkılmamak. Daha çok kalbin yıkılmaması, daha çok hayatın yıkılmaması...

Ve tabi kamyonlarla, trenlerle, uçaklarla üzgünlük. Bu üzgünlüğün yanında bir şey daha var; kamyonlarla, trenlerle, uçaklarla iyilik. İnanılmaz bir millet olduğumuzu düşünüyorum. Her millet kendini iyi bulur ama Türkiye’nin değişmeyen bir istatistiği var. Gayrisafi milli hasılasına göre, doğrudan iyilik yapma oranında senelerdir birinci. Yani, toplam iyilik yapma bedelinde, toplam dünyaya ulaştırılan yardım bedelinde birinci değiliz. Bizden daha zengin ülkeler var tabii ki, onlar daha fazla paralar veriyorlar. Ama gayrisafi milli hasılasına oranla iyiliğe ayırdığı bütçe hususunda Türkiye senelerdir birinci ve standart bir İHH mensubu arama kurtarma ekibinden bir arkadaşa sorsanız, o size şöyle söyleyecek: “Ha ben mi abi Pattaya’ya gittim sel felaketine, Haiti depreminde oradaydım, Pakistan depreminde oradaydım, İran Depremi’nde zaten bölgedeydim. Van’da oradaydım, İzmir’de ordaydım” gibi gibi şeyler söyleyecek. Olağanüstü yetişmiş bir insan kaynağımız da var. İyilik meselesinde kendini yetiştirmiş insan kaynağımız da var. Şunu gördük biz, depremin, dünyanın hangi ülkesinde bu olabilir bilmiyorum ama, henüz birinci günü dolmadan, yani ilk 24 saati dolmadan Kahramanmaraş belediye binasının önünde Anadolu’dan gelmiş abiler döner tezgahını kurmuşlar ve döner kesiyorlardı. İnsanlara döner dağıtıyorlardı. Bunu, bu çapta bir afetin üzerinden 24 saat bile geçmeden hangi millet nasıl organize edebilir ki? Bu inanılmaz bir organizasyon kabiliyeti aynı zamanda.

  • Türkiye öyle bir noktaya geldi ki Türkiye’nin fay hatlarına, çatlaklarına, Türkiye’nin toplumsal kırılma alanlarına o kadar çok baskı yapılıyor ki, insanlar artık sağ elin verdiğini sol el görmeyecek fetvasını, ilkesini bir kenara bıraktı.

Ben her zaman söylüyorum, Türkiye’de iyilik usul usul akan bir ırmağa benziyor. Görevini her zaman yapan, vazifesinin ne olduğunu her zaman bilen ve gidip işini yapıp sessizce alandan çıkan insanlardır iyilik yapanlar. Ben bu yazıyı yazarken depremin 13. günündeyiz. 13 gündür, dışarıda yaktığı ateşin etrafına serdiği battaniyeler ya da kartonlar ya da en iyi ihtimalle yoga matları üzerinde uyuyan yardım gönüllüleri var. Bu Türkiye’yi çok kendine mahsus bir iyilik ülkesi haline getiren eczanın temelidir. Düşünsenize en basitinden 10 gün banyo yapamadınız. Tozun toprağın arasındasınız. 15 gündür depremzedelerin hakkına girmeyeyim diye çorabını değiştiremeyen yardım gönüllüleri olduğunu biliyoruz bölgede. Bu inanılmaz bir şey. Bu, iyiliğin mutlak surette, eninde sonunda kazanacağına dair elimizdeki en büyük delil. Bu insanların içindeki cevahir, kalbindeki ışık sönmediği sürece Türkiye’de kötülüğün kazanabilme imkân ve ihtimali yok. Bu iyilik yolunu bulur akar. Sonra da şöyle yapar, vazifesini bitirince takdir beklemeden, pış pış beklemeden, plaket beklemeden, hediye beklemeden yavaşça, usulca neredeyse oraya doğru döner.

Beş yaşında en küçük yeğenim ve onun gibi binlerce çocuk hemen deprem haberinden sonra kumbarasını koşa koşa annesine getirip bunu deprem bölgesindeki çocuklara gönderir misin diyor. Böyle binlerce çocuk var. Binlerce yaşlı teyze, ahırda umreye gitmek için beklettiği danasını, koynunda umreye gitmek için sakladığı kesesini masasının üstüne koyuyor, bunu depremzedelere gönderelim, Allah nasip ederse biz umre için tekrar para toplarız diyor. Şimdi ben, bu depremin üzerinden vakit geçince STK’lar üzerinden bir çağrı da yapmak isterim, bu umre paralarını deprem bölgesine bağışlayanları umreye götürme kampanyası. Bu özellikle sosyal ve geleneksel medyanın hay huyu arasında gözden kaçırdığımız bir şey.

Kötülük çok çarpıcı etkiler bırakan ve yoluna çok sertlikle devam eden, çok vahşetle devam eden bir kavram. Dolayısıyla kötülüğün dili toplulukları çok daha çabuk sarmalıyor. Ama iyiliğin dili o kadar ezici ve büyük bir dil ki, eninde sonunda final olarak her durumda kazanan bir şeye dönüşüyor. Çünkü Allah’ın insanın doğasına nakşettiği şey de bu bence. İyiliğin finalde kazanması. İyiliğin galebe çalması ve tabii şunu da belki bu noktada akıldan çıkarmamak lazım, hani biz neyi çoğaltırsak orası güçlenir ya. Kötülüğün dilini çoğaltmaya çok meyyaliz. Kötülüğe karşı koyarken bile kötülüğün dilini çoğaltıyoruz, kendim de dahil olmak üzere ama iyiliğin dilini çoğaltmak biraz daha zor ve uzun bir süre gerektiriyor.

O zorluğa ve uzunluğa katlanmak lazım, iyiliğin dilini çoğaltmak lazım. Mesela Türkiye’nin STK tecrübesi, dünyaya örnek olarak gösterilebilecek bir tecrübeyken biz, depremden canlı olarak çıkarılan insanların çıkarılma anında tekbir getirilmesine takılıyoruz. Tekbir getirilebilir getirilmeyebilir mesele o değil mesele depremden elini sana uzatmış bir depremzedeyi canlı olarak kurtarabilmek. Tekbir getirsen de olur getirmesen de olur ama bunu sürekli bir kötülük olarak toplum gündemine sokmak ve kötülemek hiç anlaşılabilir bir şey değil. Bir de üstüne kötülüğü yaygınlaştırmaya çalışmak yani. Benim açımdan depremin çarpıcı bir görüntüsü değil ama çarpıcı görüntüler diye servis ediliyor bazı görüntüler.

İsmailağa’nın cübbeli insanları Samandağ’a gitmişler, Alevi kardeşlerimize yardım ulaştırıyorlar, bu çarpıcı bir görüntü değil. Bu manşete taşınacak bir görüntü değil. Bu, Türkiye’de iyiliğin doğasında olan bir şey. Ben bir depremzede olsam, bana Tuncelili bir kardeşim elini uzatsa, beni enkazdan kurtarsa, Alevi biri Sünni birini kurtardı manşeti atılsa öfkelenirim. Buradaki sakillik çok kötü. Sünni sakallı cübbeli birileri Alevilere yardım etti haberi de çok sakilce. Ama Türkiye öyle bir noktaya geldi ki Türkiye’nin fay hatlarına, çatlaklarına, Türkiye’nin toplumsal kırılma alanlarına o kadar çok baskı yapılıyor ki, insanlar artık sağ elin verdiğini sol el görmeyecek ilkesini bir kenara bıraktı. Artık yaptığı yardımı herkesin gözüne sokmak zorunda kalıyorlar. Yardımı göstermek neredeyse iyiliğin pornografisi haline gelmiş vaziyette. Bu iyilik pornografisi bizim uzun vadede üstesinden gelmemiz gereken bir şey. İyilik yapan insanları, iyilik yapmayan insanları ya da iyilik yapıp yapmadığını bilmediğimiz insanları yargılamayı bir kenara bırakmak da iyiliğin kendisine dahil.

Bu yazının başlığı yazardan bağımsız editoryal olarak hazırlanmıştır.