Desidero

Sabah ezanının üst balkondan dökülen bir helke su gibi okunuverdiği bir gece. Kendine bile itiraf edemediği bir yerine ulaşmıştı yüreğinin.
Sabah ezanının üst balkondan dökülen bir helke su gibi okunuverdiği bir gece. Kendine bile itiraf edemediği bir yerine ulaşmıştı yüreğinin.

Daima en önde… Her şeyi en önce… Ev en önce, ikinci ev en önce, bağ evi en önce,yazlık en önce, bilgisayar en önce, telefon en önce, kindle en önce, hac en önce,umre en önce, oğul en önce, oğullar en önce, Paris en önce… Derken…

Arkadaş grubunun hep bir adım önünde olmuştu. En önce o iş bulmuştu. Mühendislik fakültesinden mezun olur olmaz, yolsuz yolaksız olmayacak demiş, internetten ulaştığı bütün firmalara CV göndermişti. İki ay işsiz yaşasa üzüntüsünden ölecekmiş gibi telaş içinde dolaşmış, belediyeden tanıdığı birkaç ağabeyine çeşitli firmaları arattırmıştı. En önce o evlenmişti. En önce o çocuk sahibi olmuş, babasının adını oğluna koyduğu gün arkadaşlarına evinde yemek vermişti. En önce o ev sahibi olmuş, arkadaşları arasında bazıları hâlâ işsizken o ilk evini kiraya verip ikincisine geçmişti. İkincisi daha geniş, daha büyük, daha uzak bir semtte, daha zengin bir apartmandaydı. Ticaret odası başkanı ile aynı apartmanda olduğunu öğrenmiş, arkadaş toplantılarında sürekli bu adamdan yakın dostu gibi bahsetmeyi alışkanlık haline getirmişti. Tanıdığı bir dostuna şehrin büyük bir üniversitesinin rektörünü arattırmış, rektörün mühendislik fakültesi hocalarına ricası ile “yüksek” yapmak üzere derslere başlamıştı.

Arkadaşları çok sonradan iş bulduklarında, ev aldıklarında, oğul sahibi olduklarında, içinde bir şeylerin söküldüğünü duyar gibi oluyor, adeta kendi başarısı tavsamış gibi geliyordu ona. Bu üzüntüsünü gidermek için bu defa yeni bir başarı göstermek gerektiğini düşünüyordu. Onların ağızlarını açık bıraktıracak bir şey yapmayı planlıyor, zaman zaman daha büyük bir şehir olan komşu şehre, başkente gitmeyi, orada yaşamayı kuruyordu. Geçen senelerde bir dostunun yurt dışına çıktığını öğrendiğinde çok üzülmüş ve çok şaşırmıştı. Üzülmüştü çünkü grubun daima en iyisi, “en önde”si kendisi idi. Şimdi bunu telafi etmesi şarttı. Şaşırmıştı zira arkadaşlarıyla arasında -kendi kendine- kurguladığı “en önde olma” adlı gizli yarışının kategorileri içerisinde yurtdışı yoktu. Şimdi demek yeni bir cephe açılacaktı önüne. Uzun uzun araştırmış, yurt dışına otobüsle uzun turlar yapan ikinci sınıf bir firma bulmuş ve derhal yaz için bu firmaya kaydolmuştu. Yazın bir hafta içinde beş ülke birden görecek ve böylelikle içindeki acıyı biraz olsun hafifletecekti.

Daima en önde olmak başlangıçta tanımlayamadığı, adını koyamadığı bir duyguydu. Yavaş yavaş onu motive eden şeyi çözmeye başlamıştı. Onu yaşatan şey buydu. Seni Ne İhtiyarlattı? diye bir kitap görmüştü bir keresinde facebook’ta. O zaman seni ne yaşatıyor? diye sormuştu. Seni yaşatan şey nedir? İşte bu sorunun cevabını sanırım seneler sonra bulmuştu. Onu yaşatan şey en önde olmak duygusuydu. En azından yola birlikte başladıkları arkadaş grubunun önünde olmak, bu kadarı bile yeterliydi.

Birçok insan sosyal medya ifadesini duymamışken, facebook’a üye olmuş, arkadaşlarını da face’te hesap açmaları için iknaya çalışmıştı. Görecek birileri olmadan göstermenin pek bir tadı yoktu. Twiter’da kısa zamanda 20 bin takipçiye ulaşmasının hikmeti sonradan anlaşılacaktı. Yine elini çabuk tutmasını bilmişti. Boynuna bir kolye gibi astığı flaş belleğin ne işe yaradığını dostlarına anlatmak için epey çaba sarf etmiş, anlamamalarından büyük bir zevk duyduğunu onlardan gizlemeye çalışmıştı. Çağrı cihazı da aynı şekilde. Erikson cep telefonu da aynı şekilde. Herkesten önce iki bin dolar verip o kocaman makineyi almış, beline asmıştı. Bilgisayar kullanmaya başladığında pek çok arkadaşı onu ziyarete gelmişti. Bir şaşkınlık yerini bir hayranlığa bırakıyordu yavaş yavaş. Evine film makinesi almıştı. E-kitap okumak üzere kindle kullanmaya başlaması bile efso olmuştu. Efso kere efso… Apartmandaki gençlerden biri yolunu kesmişti. Gözlerimle görmeden inanmam diyordu delikanlı. Cana yakın biriydi. Kindle’ını inceleyince koluna girmiş, Ali Desidero gibi adamsın abi, demişti. MFÖ’nün başka bir şarkısındaki her şeyi bilen her şeye hâkim olan dominant bir tiplemeyi Ali Desidero ile karıştırmış olmalıydı genç. Ama olan oldu. Ondan sonra adı Ali Desidero kaldı.

Her şeyden sen anlarsın / Her şeyi sen bilirsin / En güzel grubu sen kurdun / En güzel ritmi sen buldun / En iyi dalgıç sensin / En güzel filmi sen çektin / En güzel sen bakarsın / En güzel sen anlarsın / İlk önce sen başlattın / En önce sen yavaşlattın / En uzağa sen gittin / En güzel kızı sen kaptın / En güzel besteyi sen yaptın / Peki peki anladık / Sen neymişsin be abi

Diye devam ediyordu şarkı. O “ne”ydi gerçekten!

Daima en önde… Her şeyi en önce… Ev en önce, ikinci ev en önce, bağ evi en önce, yazlık en önce, bilgisayar en önce, telefon en önce, kindle en önce, hac en önce, umre en önce, oğul en önce, oğullar en önce, Paris en önce… Derken…

Bir gece. Uyuyamayıp da balkona üç kere sigara içmeye çıktığı bir gece. Sabah ezanının üst balkondan dökülen bir helke su gibi okunuverdiği bir gece. İzmaritini balkondan aşağı fiskelerken, “Oğlum lan yoksa… yoksa lan oğlum… yok lan olacak şey mi…” iç sesleriyle boğuşup durdu. Kendine bile itiraf edemediği bir yerine ulaşmıştı yüreğinin. Kendine bile itiraf edemediği bir duygusuna dokunmuştu içinde. Bakir bir duygu. En derininde. Daima daha derini vardır değil mi? İşte bu daha da derinine… en… en… en…

Onu afallatan soru, “Yoksa en önce ben mi öleceğim?” sorusuydu. Her şeyin en önünde en önünde en önünde giderken… Ölümde de mi yoksa…!! Yoksa her şeyin önünde giden ben, ölümün şarabını da mı… …lan yoksa! Bu cümleyi kendisi için kurmak ne kadar zordu!

-Ölüm sırayla değil ki bacanak…

-Kimin öleceğini ancak Allah bilir…

-Kim söylemiş ki onun önce öleceğini?

-Kim söyleyebilir ki!

-Mümkün değil ki…

-İyi ama kaderlerimizi ören adı konulmamış o gizli kurallar zincirine bakacak olursak, hayatın bütün alanlarında hep güzel şeyleri ben yaşadıysam…

-Neden ölümle de ben… Neden ama…

-Yahu bunlar kuruntu birader… Vesvese… Şeytan uğraşır durur insanla…

-Nas oku nas… Felak oku…

Bu düşüncelerle, birkaç gün afallamış bir halde kendisine söylenenleri bile işitmeden dalgın dalgın dolaştı. Gene uyuyamadığı bir gece, tuhaf bir şey fark etti: Arkadaşları arasında bu zehirli düşünceye ulaşan ilk kişi idi o! İlk! Gene ilk! Daima ilk! Hep ilk!

İyi mi, kötü mü, neye karar vereceğini bilemeden, karanlığın içinde öylece şaşırmış, kalakaldı.