Dijital çağda dikkat neden dağınık? Sanal meşguliyet neye hizmet ediyor?

Dış dünyayı hayaletleştiren ağlar, an itibarıyla en sıcak yuvaları bile sanallığın soğuk mezarlığına dönüştürüyor. Evler odalara, odalar insanlara, insanlar ekranlara, ekranlar da ağlara uygun olarak parçalanıyor.
Bugün göz ile ekran arasındaki mesafe olabildiğince kapanmış, dahası birbiri içine geçmiştir. Bu evrenin bedensiz ve suretsiz kullanıcıları, yani bizler, Le Breton’un ifadesiyle, klavyeden başka dokunma organı ve ekrandan başka gözün olmadığı bu engin dünyada kesintisiz kesişmelere yakalanıyoruz. Bu ekran-kesişmeleri dış dünyanın ve mekânsal tasarımın ayırt edici dokusunu deforme ediyor; çünkü ağın ortasında yaşananlar artık bir h/iç- mekân deneyiminden öte bir şey sunmuyor. Günther Anders uzun yıllar önce dünyanın evlere servis edildiği düzenden, evlerin dünyaya servis edildiği düzene geçildiğini yazmış ve artık bir hayalet olan dış dünyanın evlerdeki masif duvarları aştığından bahsetmişti. Bugünün ağ toplumunu görseydi, kim bilir daha neler söylerdi? Zira dış dünyayı hayaletleştiren ağlar, an itibariyle en sıcak yuvaları bile sanallığın soğuk mezarlığına dönüştürüyor. Evler odalara, odalar insanlara, insanlar ekranlara, ekranlar da ağlara uygun olarak parçalanıyor. İnternetin uzamı kendi dışında neredeyse başka bir uzam bırakmayacak şekilde sonsuzluk isteğini taşıyan bir iştahla genişliyor. Fakat internet uzamında bu sonsuz genişlemeci tavrın aksine, herhangi bir insani tekâmül yaşanmıyor, hatta buradaki zaman fragmanları birikmeyen şimdi’lerde kayboluyor.
Yaşadığımız kültürü bir bütün olarak “hınç kültürü” olarak etiketleyen Baudrillard bu yıkım-döngüsünü şöyle ifade ediyor: “Aynı kültürün içinde, ötekine duyulan hıncın arkasında, kendimize karşı duyulan hıncın, kendimizin ve benzerin diktatoryasına karşı duyulan hıncın olduğunu tahmin etmek gerekir ve bu hınç kendi kendimizin yıkımına dek gidebilir”. Le Breton da interneti, kendilerine hınç duyanların teni ve sinir sistemi olarak görüyor. Fakat yine de bu, özgür iradesi kısmen ya da tamamen felce uğramış bir sinir sistemidir. Aynı minvalde Richard Sennett kitlesel medya teknolojilerinin mantığında pasifliğin olduğunu ve insanları izledikleri şey karşısında sessiz kalmaya zorladığını savunur. Şüphesiz tek yönlü geleneksel medya için bu tespit bir noktaya kadar doğrudur. Ancak yeni dijital medya, gelenekselin aksine “fazlasıyla” katılımcıdır. Onun sorunu da bu katılımın aşırı ve devamlı, hatta çoğu kez mecbur olmasındadır. Bu kesintisizlik, esasında aktif görünen biz kullanıcıların orta ve uzun vadedeki kaçınılmaz pasifliğin kaynağıdır. Dahası burada bir tefekkür anı ve alanı da yoktur. Bu mahrumiyete neden olan sanal meşguliyet; verimsiz, üretimsiz ve çıkarımsızdır. Yeni medyadaki aktiflik yanılgısı, tam olarak bu sahte koşuşturmacanın tek mahsulüdür.
Kullanıcılarının dikkatleriyle beslenen sosyal medya, onların dikkatlerini gasp ederek çoğu kez anlık gaf veya zafiyetlere dayalı sansasyonlar üretir. Gerçi, içinde yaşadığımız aşırılıklar toplumunda, enformasyon bolluğunun dikkati sömürerek bir çeşit dikkat kıtlığı oluşturduğu uzun yıllardır konuşulmaktaydı. Öyle ki bollukla tüketilmiş olan dikkat, eylemlerin sorumluluğunu üstlenecek ahlaki hassasiyet ve bilince ket vurur. Bozulan bir toplumda nefret, normal görülen bir noktada her yeri ve herkesi kuşatana kadar görmezden gelinip nötralize edilebilir. Sosyal medya; teknik anlamda hızın esas olmasının dışavurumu olarak bireyleri önce ve genellikle sloganlarla kitle-söylemine dahil edip, daha sonra söylem üzerine düşünmeye bile fırsat vermeyecek sürgit ileti sağanakları altında bırakır. Nitekim Le Bon’un tasavvurunda basit hislere kapılıp kolay tahrik olabilen kitleler, şüphe duyma ve hüküm verme konusunda da yetersiz kalırlar. Sosyal medya kitleleri de ekranlarına düşen ve ilgi alanlarını yakalayan her görüntü hakkında kolay hükümler verebilir. Fakat Bauman’ın dediği gibi “sibermekân cennetinde verilen hükümlerin temyizi yoktur”.
Adorno da kitlelerin kendilerini köleleştiren ideolojilerde ısrarcı olduklarını öne sürmüş ve bu kötücül sevginin yetkili mercilerin kurnazlığını bile geride bıraktığını belirtmiştir. Bu ısrar hakkındaki tespiti yerinde olsa da Adorno’nun düşüncesine temel teşkil eden köle-iktidar diyalektiği güncel realitenin uzağındadır. Zira sosyal medya kitlesi, kendisinin köleleştirildiğini fark edemeyecek denli “kendinden geçmiş” vaziyettedir. Bu yüzden belki burada benliğine sinmiş bir iktidar; dolayısıyla da kendisine yönelmiş bir kölelik ilişkisi vardır. Buna rağmen kitlelerin genel olarak olan bitene dair bir anlam çabası da yoktur. Onlar salt gösteri(ş) peşindedirler ve içeriği de ancak gösteri formunda tanıyıp yaşarlar.
Sanal hıncın arkasındaki kolektif nefret, bu yüzden, ortak bir gösterinin coşkulu katılımcıları olan kullanıcılar arasındaki en tuhaf birleştirici rolü üstlenir. Ayrıca nefret, sevgiden çok daha güçlü bir biçimde insanları birbirlerine bağlar. Çünkü bir tarafın kurtuluşu, daima öteki’nin yıkımı üzerine inşa edilir. Oysa bu, sürekliliği olan bir kurtuluş değildir. Yıllar önce “hepimiz, yiyecekleri başkaları olan sanal yiyicileriz” diyen Anders hâlihazırda sembolik olarak obez olan ve yedikçe acıkan sanal kitlelerin bugününü öngörmüş gibidir. Sosyal medya mecraları, bugün sayısız iletiye ve görsele rağmen sonsuz bir iştahla sansasyon açlığı çekiyor. Bu açlık, linç süreçlerine dâhil olan herkesi aynı suçun eşit ortakları yapıyor. “Bizler” der Baudrillard “bu tekelleşmiş küresel ağların içinde yüzen rehineleriz. Aynı zamanda hem kurban hem de suç ortağı konumundayız. Egemenlik düzeninin en büyük kurnazlığıysa bu tekelin kimsenin denetiminin altında bulunmamasıdır. Olan biten bütün bu iyi ya da kötü şeylerden hiç kimse, hiçbir birey, devlet ya da yasal süreç sorumlu tutulamaz”.
Chul-Han “dijital mahalle” olarak tanımladığı sosyal medyayı yalnızca hoşa gidecek şeylerin sunulduğu mahrem bir alan olarak görür. Ne var ki, öncelikle buradaki “mahalle” kavramı, müphem dijital kültür için hâlâ belli bir mekânsallığın varlığını ima eder, ki kanımca artık böyle bir adresten bahsedilemez. İkincisi; burada “hoşa gidecek şeylerin” değil; bize göre “şeylerin hoşa gidecek şekilde” sunulması esastır. Üçüncüsü; yine burada rahatlıktan bahsetmek de güçtür. Kullanıcılar bu ağda –yani kaygan şimdi’lerin ortasında- mutlak mahremiyetle kesin bir rahatlığa kavuşmak bir yana, sanallığın belirsizliğinde sürekli olarak daha fazla mahremiyet çözülümüne ve daha fazla bıkkınlığa kapılırlar. Zaten ağın, kullanıcılar dünyasındaki tüm albenisi, belki de hiçbir zaman gerçekleşmeyecek olan bu zımni tatminsizlik duygusuna dayanır. Bunun sonucunda; her tatminsizlik yeni bir hınç ve huzursuzluk olarak sürgit kendi küllerinden doğar. Modern dünyanın deneyimi olan sanal hınç kültürü, bu anlamda yeni bir insanlık hâli değil; bu kadim içsel kısır döngünün sadece güncel bir versiyonudur.
Bu yazının başlığı yazardan bağımsız editoryal olarak hazırlanmıştır.