Din ve ırk arasında Yahudilik -III-

Arşiv
Arşiv

Tanrı inancı neredeyse her dinin merkezinde yer alır. İnsanların nasıl bir yaratıcı fikrine sahip oldukları sorusunun cevabı bir adım sonra hayat ve evren algılarını, ibadet pratiklerini ve sosyal hukuklarını şekillendirir. Peki, Yahudiler için durum nedir? Onlar yaygın kanıdaki gibi tavizsiz bir tek Tanrı kabulüne mi sahiptir yoksa bu tevhid-şirk ayrımı Tanrı-ulus ittifakıyla başlayan sürecin sonraki safhalarında mı belirginleşmiştir?

Eski Ahit’te Rabbin İsim ve Sıfatları

Tanrının ismiyle başlayalım. (Mısır’dan) Çıkış’ın 6. bölümünde şu ayeti okuruz: “Tanrı ayrıca Musa’ya ‘Ben Yahve’yim’ dedi; ‘İbrahim’e, İshak’a ve Yakup’a her şeye gücü yeten Tanrı olarak göründüm, ama onlara kendimi Yahve adıyla tanıtmadım. Yabancı olarak yaşadıkları Kenan ülkesini kendilerine vermek üzere onlarla anlaşma yaptım.”

Önceki peygamberler İbranice Rab anlamına gelen Yahve adıyla ilgili kesin vahiy almamışlardı. Kendileri için “Her şeye gücü yeten Tanrı” yaygın bir kullanımdı. Bu açıdan Yahve ifadesi O’nun özellikle kurtuluş üzerine odaklanan antlaşma adıdır. Diğer taraftan Tanrının genel adı olan Eloha/ Elohim O’nun büyüklüğünü ve gücünü, Rab ise kendisini halka açıklayıp antlaşma yaptığı kişisel adını bildirir. Bununla birlikte diğer şekilleriyle Yhvh veya Yehova, Yahudilerce taşıdığı kutsallık nedeniyle telaffuzundan ve yazımından kaçınılan adlardır: “Tanrın Rabbin adını boş yere ağzına almayacaksın. Çünkü Rab, adını boş yere ağzına alanları cezasız bırakmayacaktır.”

İki ismin Tanrının iki sıfatını anlattığı da söylenmiştir. Buna göre Elohim O’nun gazap tarafını, Yehova/ Yahve rahmet yönünü temsil eder. Yahudiler gazabından korktukları için Elohim adını daha çok kullanırlar.

Yahudi dini geleneğinde bunlar dışında Tanrı için El (El Elyon [Yüceltilen el], El Şaday [Her şeye hâkim Tanrı], El Berit [Ahit’in Tanrısı]), Adonay (Efendi), Ha Rahman (Merhametli olan), Ha-Kadoş (Kutsal Olan), Baruh-U (O kutsal olan), Şehina (Kutsal Varlık), Ein Sof (Sonsuz), Gevura (En Güçlü Olan) gibi adlar kullanılır.

Tanrının vasıflarına geldiğimizde Tora’ya göre, O her şeyin üstünde kesin hükümdarlık sahibidir. Dünyadan büsbütün bağımsız; yasa ve kısıtlamalara tâbi değildir. Herkesten ve her şeyden güçlüdür. Yasanın Tekrarı (Tesniye)de Tanrının birliğinin vurgulanması (4:35, 6:4), aynı zamanda O’nun hiçbir şeye mukayese edilemeyeceğini anlatır. O her şeyin kaynağıdır (İşaya, 45:7). Zamanın üstünde ve evrenin dışındadır (agb, 66:1, Yermiya, 23:24). Sonsuzdur; başı, sonu bulunmaz ve değişmez (Malahi, 3:6). Diğer taraftan içtenlikle kendisine yakaran herkese yakındır. Kendisinden korkanların dileğini yerine getirir. Onların feryadını işitip kurtarır. Kendisini seven herkesi korur. Kötülerin hepsini yok eder (Mezmurlar, 145:18-20). Tanrı aynı zamanda kızgındır (Çıkış, 22:23); kıskançtır (agb, 20:5, 34:14; Yasanın Tekrarı, 4:27, 6:15), üzgündür ve hayal kırıklığı içindedir. (Yaratılış, 6:6)

sorunlu olsa da kimi Yahudiler Tora geleneğinde insanoğlunun gündelik diliyle ifadeler kullanıldığını söylerler. Yoksa Tanrının insana mahsus hisleri yaşaması söz konusu değildir. Tanrının konuşmasını veren ayette O’nun bedeni olmadığını işaret edilmesi bu açıdan önemlidir: “Rab size ateşin içinden seslendi. Siz konuşulanı duydunuz, ama konuşanı görmediniz. Yalnız bir ses duydunuz.” Fakat diğer taraftan aynı Tanrı İbrahim’e görünmüştür: “İbrahim (Avram) günün sıcak saatlerinde Mamre meşeliğindeki çadırının önünde otururken Rab kendisine göründü…” Ayetin devamında Hz. İbrahim’in Tanrıyla ve üç konuk suretinde gelen meleklerle konuşması, ardından Sodom ve Gomora’ın yıkılış kıssası anlatılır.

Bu noktada şöyle bir soru akla gelecektir: Tora ya da Tevrat’ta Tanrının birliği tam bir monoteizmi mi yoksa milli bir tanrı anlayışını mı yansıtıyor?

Tektanrıcılığın eski İsrail toplumunda başından itibaren bulunduğunu savunanlar olsa da ilk zamanlardaki çok tanrıcılığın veya başka Tanrıların kabul edilmesiyle birlikte İsrail’in ibadet etmekle yükümlü olduğu milli tanrı (Yahve) anlayışının (monolatrizm) süreç içinde monoteizme evrildiğini söyleyenler çoğunluktadır. Yahudiliğin en erken milattan önce 7. yüzyılda ortaya çıkan ve ikinci mabed döneminde (mö. 515- ms. 70) resmi inanç halini alan tek tanrıcılığı çok temel, katı ve kat’î bir tutum olarak öne çıkarmasına rağmen, Eski Ahit’te Tanrıyla İsrail halkı arasındaki ilişki bunu sorgulatacak niteliktedir. Yahudilerin türlü taşkınlıkları karşısında sürekli yenilenen ahitler, cezalandırma olsa da peşine gelen vaatler, bir sonraki adımda Tanrının onlardan bir türlü vazgeçmediği imajını doğurmakta ve bu adeta baba-oğul gibi birbirine bağlı bir ilişkiyi ortaya koymaktadır. Bu durumun tevhid ilkesine ciddi halel getirmeyeceği düşünülebilir; ancak Tanrının müteâl, müstağni ve bütün insanların kâdir-i mutlak Rabbi olduğu esasına zıt olduğu ortadadır.

Yahudi İnanç ve Hukuku

Yahudi kutsal metinlerinde ve kurucu dönemlerde bir amentüye rastlamayız. Bazı dinlerce deklare edildiği ve günümüzde bilindiği şeklinde akide esasları oluşturma çalışması 12. yüzyıl Yahudi filozofu Musa b. Meymun’a (Moses Maimonides 1135-1204) dayanır. Onun sistemleştirdiği on üç maddelik Yahudi inanç bildirgesi şunlardır: Tanrının varlığına ve birliğine; cisimsizliğine, herhangi bir şekli olmadığına; ezeli ve ebediliğine; sadece O’na ibadet edilmesi gerektiğine; peygamberliğe, Musa’nın peygamberlerin en büyüğü olduğuna; Tevrat’ın Tanrı tarafından Musa’ya verildiğine, Tevrat’ın değişmez olduğuna; Tanrının insanoğlunun düşünce ve eylemlerini bildiğine, insanoğlunu ödüllendireceğine veya cezalandıracağına; Mesihin geleceğine ve ölümden dirilişe iman.

Musa b. Meymun’un bu amentüde ortaya koyduklarının tam olarak Yahudilerin kadim yazılı ve sözlü kültür geleneğini yansıtmadığı bilmek gerekir. O yaşadığı İspanya’nın çoklu dini ortamının ve gerek Müslüman gerek Hıristiyan âlimlerle sağladığı etkileşimin sonucunda müsellem, stabil ve belki de ideali olan bir inanç bildirgesi ortaya koymuş olmalıdır. Buna karşın o bir taraftan “ikinci Musa” diye bilinecek kadar Yahudi ortaçağ düşüncesinde ve Tanah’ın, Talmud’un yorumlanmasında merkezi bir isimdir; diğer taraftan inancıyla olmasa da İslam kültür ve medeniyetine sahip olmasıyla bir İslam filozofu sayılacak kadar çok yönlü ve eklektik bir şahsiyettir.

Elbette bu durum Tevrat’ta bir takım temel ilkelerin yer almadığını göstermez. Fakat bunlar inanç merkezli değil, onu da içine alacak şekilde geniş muhtevaya sahiptir. En önemli örnek, Sina dağında Hz. Musa’nın aldığı on emirdir. Bunlar iki taş levha üzerine yazılarak İsrailoğullarına verilmiştir:

“Tanrı şöyle konuştu: Seni Mısır’dan, köle olduğun ülkeden çıkaran Tanrın Rab benim. Benden başka Tanrın olmayacak. Kendine put yapmayacaksın. Putların önünde eğilmeyecek, onlara tapmayacaksın. Çünkü ben, Tanrın Rab, kıskanç bir Tanrı’yım. Tanrın Rabbin adını boş yere ağzına almayacaksın. Çünkü Rab, adını boş yere ağzına alanları cezasız bırakmayacaktır. Şabat gününü (7. gün; cumartesi) kutsal sayarak anımsa. O gün hiçbir iş yapmayacaksınız. Çünkü ben, Rab yeri göğü, denizi ve bütün canlıları altı günde yarattım, yedinci gün dinlendim. Annene babana saygı göster. Adam öldürmeyeceksin, zina etmeyeceksin, çalmayacaksın; komşuna karşı yalan yere şahitlik etmeyeceksin. Komşunun evine, karısına, erkek ve kadın kölesine, öküzüne, eşeğine, hiçbir şeyine göz dikmeyeceksin.”

Yahudi değerlerinin temelini teşkil eden bu kuralların ilk dördünün insanın Tanrısıyla (ubudiyet), kalan altısının insanın çevresiyle (ahlâk-hukuk) ilişkisini düzenlediği açıktır.