Dışa yalnız içe kalabalık

Bir derin kuyuya benzer yalnız. Taş atmak kolaydır içine; ama bu taş dibe inecek olursa, kim çıkarabilir?
Bir derin kuyuya benzer yalnız. Taş atmak kolaydır içine; ama bu taş dibe inecek olursa, kim çıkarabilir?

Filozof Diyojen’e gündüz vakti elinde kandille "adam" aratan yoksunlukla, merhum Üstad Karakoç’u dünyevi olan ve nümayişi çağrıştıran her türlü görünürlükten uzaklaştıran ızdırap arasında pek fazla da bir fark yok aslında.

"Yalnızlık veya yalnız kalma, bir insanın boşluk duygusuyla karışık kendini dünyadan kopmuş hissetme duygusudur." Bir "yalnızlık" yazısı yazayım diyordum kendi kendime. Şöyle dibine kadar yalnızlığa bulanan, yalnızlığı ağır ağır sindiren bir yazı... Öyle ki tüm yalnızların duygularına tercüman olsun. Kendiyle konuşanların, adamsızlıktan yakınanların, insana hasret kalanların yazısı olsun. Peki, neresinden tutacaktım ki "yalnızlık"ın. Hangi acıklı yanından, hangi iflah olmaz talihinden dem vuracaktım. Nereden ve nasıl başlamalı derken yukarıdaki tanım cümlesi geldi aklıma. Sonra bir iki enfes yalnızlık cümlesi ardından sökün ediverdi. Zihnimdeki en anlamlı "yalnızlık" cümlesini hatırladım Zarifoğlu’ndan:

"Yalnızlık kemik gibi, ne yana dönsen batar." Sonra Özdemir Asaf’ın: "Yalnızın odasında ikinci bir yalnızlıktır ayna." cümlesi nazlı bir gelin gibi süzülüp kuruldu köşesine.

"Kendini yalnız hisseden kimse için her yer çöldür." diyen Çehov, "Bir derin kuyuya benzer yalnız. Taş atmak kolaydır içine; ama bu taş dibe inecek olursa, kim çıkarabilir?" diyerek umutsuzluğunu tüm çıplaklığıyla haykıran Nietzsche ile daha bir pekişti yalnızlığım. Böyle olunca da milenyum çağının insanı olan bizlerin büyük yalnızlığına dair bir şeyler daha eklemeye karar verdim. Evet, nicedir kalabalıklaşıyor dünya. Hiç olmadığı kadar fazla gölgenin arasına karışıp duruyor gölgelerimiz. "Her sokak başını kesmiş devler" diye süregiden bir "Kaldırımlar" dizesini "Her sokak başını kesmiş gölgeler" diyerek güncellesek yeridir. Zira Üstad Necip Fazıl, Paris’te bir gece yarısı, kendini kurtaramadığı illetin kucağından yorgun argın kalkıp da ıssız bir sokakta yürürken biriktirmemiş miydi o dizeyi? Hiç durmaksızın işleyen zihninde oluşturduğu sûnî kalabalıklardan şikâyetçi olarak yazmamış mıydı "Kaldırımlar"’ı? Kendi yalnızlığında büyüttüğü devlerin ürküntüsünü bugün dahi bize hissettirecek bir ruh hâli ile hem de. Bugünlerde hepimiz biraz o ruh hâliyle gönlümüzde ya da zihnimizde, ya devlerle yahut da gölgelerle boğuşmuyor muyuz? Üstelik Üstad’ın "... kimsesiz bir sokak ortasında" dediği manzara, bizim için şimdilerde "alabildiğine kalabalık sokaklar" olarak çıkıyor karşımıza. O yüzden onun gerçekten de insansızlıktan yakındığı anları, biz kalabalıklar ortasında bir yalnızlıkla ifade ediyoruz.

Sadece o değil; onun gibi nice yalnız "sağlam kafa"lar, "dahi beyinler" gördük tarihin derinlerinde. Her biri ayrı bir yalnızlığın muzdaribi... Belki de düşündüklerinde, hissettiklerindeydi onların yalnızlığı. Bu yüzden hiçbir zaman tam anlamıyla kurtulamadılar bundan. Hatta kurtulmak istemediler bile diyebiliriz. Zira kendilerini yalnızlığa itenin meselelere "farklı bakabilmek" ya da çoğunluğun sıradanlaştırdığı ve pespaye hâle getirdiği her şeye itiraz etmek olduğunu çok iyi biliyorlardı.

Filozof Diyojen’e gündüz vakti elinde kandille "adam" aratan yoksunlukla, merhum Üstad Karakoç’u dünyevi olan ve nümayişi çağrıştıran her türlü görünürlükten uzaklaştıran ızdırap arasında pek fazla da bir fark yok aslında. Aralarındaki asırların değiştirmediği "insan" gerçeğini ikisi de çok iyi biliyordu. Biraz da bu hakikatin bir neticesi olarak giriştikleri arayış, anlatmaya çalıştığımız "yalnızlık girdabı"nı tüm çıplaklığıyla ortaya koyan iki güzel örnek olarak duruyor karşımızda. Tarih boyunca sözü kıymetli bilen düşünür, şair, yazar ya da filozofların bu konu üzerinden söyledikleri yüzlerce vecize bulmak mümkün. Lakin biz bu "kadim insanlık trajedisi"ni biraz özetleyerek ilerleyelim istedik. O yüzden tarih pergelini biraz daha daralttığımızda Cahit Sıtkı’nın, "Gittikçe artıyor yalnızlığımız." mısraı gelip yerleşiyor dilimizin ucuna. Her yeni adım bize yeni bir kimlik ve yeni bir çehre kazandırırken geçmişle olan bağlarımızı da bir o kadar törpülüyor. Yeni ve yenilikçi akımlar dünyanın sınırlarını tekrardan oluşturuyor ve "âdem"i "adam"lık noktasında bir kez daha hizaya sokuyor. Sadi-i Şirazi’nin ifadesiyle, "üç beş damla kan ve binbir endişe" olan insan, aynı pervasız yanıyla yalnızlıklarını daha da büyüterek hayatın inişli çıkışlı güzergâhında boy göstermeye devam ediyor.

Yalnızlaşmasına yalnızlaşıyoruz ama biraz da hoşnut gibiyiz bu durumdan. Zira artık kimse de şikâyetçi değil. Hatta kalabalıklar içindeki büyük yalnızlıklardan "kendi başına bir yalnızlık" hevesi, bugünün insanının en önemli arayışlarından artık. Dünyayı cebe indiren insanoğlu, uzakları fazlasıyla yakın edeli, kendi ile bile baş başa kalamamaktan muzdarip güya. Ama bir adım ötede bunu değiştirecek adımı atmaktan da imtina ediyor. Bu da demek oluyor ki artık yalnızlık "bile isteye kabul edilen ya da memnuniyetle karşılanan" bir olgu hâline gelmiştir. Bu hâli özetleyen şöyle bir tabir buldum kendimce: "Dışa yalnız, içe kalabalık..." Doğrusu pek de sırıtmıyor. Her ne kadar Zarifoğlu, "İşimize değil, içimize bakalım." diyerek bize mühim bir görev yüklemiş olsa da bizler şimdilerde "her şeye birden, aynı anda ya da az sonra, hemen şimdi" bakmayı yeğliyoruz. Bunu yaparken de kendi başımıza buyruk takılmayı, içe değil dışa bakmayı veya dıştan bakılmayı tercih ediyoruz. O vakit başka söze hacet kalmıyor: "Yaşasın, var olsun ve dahi daim olsun yeni yalnızlığımız!"