Divan edebiyatı nereye kaldırıldı?

Türk şiirini içinde bulunduğu tıkanıklıktan çıkaracak yegâne yol, gelenek ile, köklü edebî birikimimiz ile, daha özelde dîvân şiiri ile kayıtsız şartsız bir muahedeye bağlı.
Türk şiirini içinde bulunduğu tıkanıklıktan çıkaracak yegâne yol, gelenek ile, köklü edebî birikimimiz ile, daha özelde dîvân şiiri ile kayıtsız şartsız bir muahedeye bağlı.

Bir tenekeci, bir kazancı, bir bekçi, bir müezzin, bir çiftçi, bir debbağ, bir dokumacı... Bunların hepsi bugün "anlaşılmaz dille yazılmış yüksek zümre edebiyatı" dediğimiz dîvân şiiri mahsûllerini okuyup anlayabiliyorlarsa, birkaç asır evvel dil devrimi denilen garâbetin omadığı zamanlarda halkın dîvân şiirini anlamadığını iddia etmek sâdece kolaycı bir yaklaşım olur.

"Edebiyat" terimi Tanzimat Dönemi ile birlikte dilimize "literatür" kavramının karşılığı olarak giren bir kelime. Bu kelime ile ünsiyetimiz eni konu bir buçuk asırı biraz aşkın bir süre. Peki Tanzimat'tan, Osmanlı Devleti'nin yüzünü sathî olarak Batı'ya çevirmesinden önce, bizim bir edebiyatımız yok muydu? Binlerce dîvânı dolduracak hacimde klasik Türk şiiri numûneleri, münşeât denilen nesîrler, halk hikâyeleri, destânlar, ozanların söylediği manzûmeler köklü bir Türk edebiyatı, yâni bir literatür oluşturmuyor muydu? O zaman son söylenecek olanı baştan söylemeli ki meram daha kolay anlaşılsın: "Dîvân edebiyatı, edebiyat târihçileri tarafından teorik kavramlar ile derdest edilip tozlu bir rafa kaldırıldı." Modern zamanlar, isimlerin, kavramların ve nesnelerin aslından daha ehemmiyetli kılındığı bir tuhaf zaman. Dilimizde modern kelimesini edebiyata uyarlayacak bir karşılık yok, asrî, yâni yaşanan zamâna uygun deyip geçiyoruz.

Modern kelimesinin zıddı olarak da bir başka Batı menşe'li kelimeyi, "klasik" kelimesini ikame etmişiz. Üstelik klasik kelimesinin "kendi türünde en yüksek seviyede olan, en güzel örnek kabul edilen, üzerinden çok zaman geçtiği hâlde değerini kaybetmeyen eser" gibi aslî mânâsını gözardı edip, yaşanan zamanın gerisinde kalmış, eskimiş, rafa kaldırılmaya değer gibi menfî mânâlar yükleyerek. Edebiyat tarihçileri eksik olmasın, artık önümüzde bir "Modern Türk Edebiyatı" ve "Klasik Türk Edebiyatı" var tasnif edilmiş hâliyle. Oysa modernliğin nerede ne zaman başlayıp biteceği, klasiğin ne şekilde hangi formda devam edebileceği gibi meşkûk sualleri beraberinde getirmiş şekilde! Yüzümüzü Batı'ya, aydınlanmış(!) Avrupa milletlerine çevirdiğimiz vakit, on asırı aşkın bir Türk-İslam yazın birikimi ile şedîd bir şekilde hesaplaşacağımızı Tanzimat aydınları tasavvur etmişler miydi bilemiyoruz, ama tasavvurdan öte yağmaya varan bir birikim tahribatının kapısını araladıklarını kesin olarak söyleyebiliriz.

Batı literatürünün formlarını kopyalayıp kendi toplum yapısı normlarına uyarlayabilecekleri gibi vahim bir kanıya kapılmış XIX. yüzyıl Türk şair ve yazarları, ortaya koydukları iki arada bir derede kalmış edebî mahsûllerini "edebiyat-ı cedîde / yeni edebiyat" olarak tesmiye edip arkalarından bıraktıkları koskoca bir kültür birikimini "edebiyat-ı kadîme / eski edebiyat" olarak adlandırmışlardı. İsimlerin müsemmanın önüne geçtiği demler demiştim ya modern zamanlar için, Osmanlı modernleşmesinin önde bayrak tutan aydınlarının büyük çoğunluğu aynı zamanda edip, şair, yazar olmak hasebiyle bu Batı'dan intikal isme matuf tasnifi eserlerin önüne geçirmekte epeyi mâhir davrandılar. Tanzimat sonrası edebiyat mahfillerine bakarsanız edebiyat teorisi tartışmalarının, tavsif ve tasnif kavgalarının ortaya konan edebî mahsullerden daha fazla olduğunu görürsünüz. Ama en vahimi, bu kavgaların zayıf tarafı hep kadim zamanların edebî mahsulleri olmuştu maalesef.

Modernitenin şiddetli darbelerinden en ziyade müessir olan da ilk adımda dîvân edebiyatı, daha da özelinde bu adla tavsîf ve tasnîf edilme bahtsızlığını yaşayan dîvân şiiri oldu. Modern zamanların fikrî ihtilâlleri hayatın zemininden tavanına kadar her sahaya sirâyet edip asrî değişimleri sağlamakla mükellefti ve edebiyatın, hele hele şiirin bu değişimin rüzgârından kurtulabilmesi imkânsızdı. Sahi "Dîvân Şiiri" diye bir şey var mıydı? Tanzimattan sonra bir yarım asır kadar eski edebiyat olarak kalma ve kısmen de olsa "modern şairler" i etkileme konumunda olan aruz vezni ve klasik formlarda söylenmiş/yazılmış şiirler nasıl oldu da XX. yüzyıl başlarında "dîvân" denen dar bir sahaya sokularak yok edilmek, unutturulmak istendi? Tokat'ın bakırcılar çarşısında bakır döverken çırakları ile birlikte ritmi sağlamak için bir ağızdan okunan Fuzûlî'nin mülemmâsı nasıl oldu da modernite ile birlikte saray edebiyatı, havâs edebiyatı, zümre edebiyatı yaftası ile güyâ "halk"ın uzağına itilmiş bir "edebî tür" olarak görüldü?

Akla en yakın cevap, başta matbuatı elinde tutan ve kendini meritokrat gören modern Türk aydınının kadim ve klasik Türk şiirini formlarıyla birlikte modernitenin dışında kalması gerektiği vehmidir. Belki kendi kabızlıklarına bir mâzaret aramışlardı, belki -iyi niyete mebni- modernleşmeyi ancak Batı'yı birebir taklit etmekte görmüşlerdi. Her ne olursa olsun, modernleşmeyi büyülü bir değnek olarak gören edebiyat mahfilleri bunun için on asırlık bir edebî birikimi reddetmek, yollarından çekilmesini sağlamak için kötülemek gibi kolaycı yaklaşımlara tevessül ettiler. Kötülemenin en basit yolu da, kadim şiirimizi belirli bir zümrenin tekelinde şekillenmiş, halkın anlamadığı dar kapsamlı bir edebiyat türü olarak yaftalamaktı ve "aydın" olmanın yarattığı ayrıcalık sâyesinde önce matbuat, sonra da maarif vasıtası ile maksatlarını tam bir tahribât sistemi ile hayata geçirdiler.

Artık karşımızda bir saray/zümre edebiyatı şekilciliğine sıkıştırılmış bir edebiyat, daha da özünde bir şiir türü vardı ve adı da saraylara lâyık şekilde "Dîvân Edebiyatı / Dîvân Şiiri" idi. Bir de XX. yüzyıl başlarından itibaren Osmanlı Devleti'nin tarih sahnesinden çekilip yerine yeni bir rejime, Türkiye Cumhuriyeti devletine bıraktığını ve yeni rejimin kendinden önceki siyasi ve idari yapı ile sadece "yüzünü Batı'ya dönmek, modernleşmek, muasır medeniyetler seviyesine erişmek" ideali dışında -edebiyattan musıkîye birçok kültür sahası dahil- bir ortak bağ bırakmak istemediğini düşünürsek, edebiyat araştırmacılarının dîvân edebiyatı dediği on asırlık birikimin rafa kaldırılma kolaylığını rahatça anlayabiliriz. Edebiyat araştırmacılarının tasnifine uyarak dîvân şiirinin gerçekten halktan kopuk bir edebî tür olduğunu düşünmek makul mu peki? Bugün anladığımız, edebiyat derslerinde dile gitirildiği şekli ile dîvân edebiyatı, dîvân şiiri yüksek zümre edebiyatı mıydı? Modernleşme gereği kültür ihtilâlinin tepeden tırnağa toplum yapısına tatbik edildiği XX. yüzyıl başlarını geçelim, XXI. yüzyılı idrâk ettiğimiz şu zamanlarda bile zevkle dinlenen nice mûsıkî eserlerinin güftelerinde dîvân edebiyatının manzûmeleri yok mu?

Hâlâ bir musıkî formu olarak yaşayan "gazel" formunun aynı zamanda dîvân şiirine âit bir edebî form olduğunu gözardı edebilir miyiz? Buradan bakınca, yakın zamana kadar berhayat olan Kazancı Bedih Yoluk, Tenekeci Mahmut Güzelgöz, Bekçi Bakır Yurtsever gibi dîvân şiirinin ana formu olan gazelleri mûsıkî ile birleştirip okuyan zevât da yüksek zümre sanatçıları diyebilir miyiz? Elbette sanatları itibarı ile yüksek bir zümreye mensuptur bu isimler ama dîvân edebiyatını teknik boyutta tasnif eden edebiyat araştırmacılarının kastettiği aristokrasi benzeri bir zümre değildir bulundukları zümre. Bir tenekeci, bir kazancı, bir bekçi, bir müezzin, bir çiftçi, bir debbağ, bir dokumacı... Bunların hepsi bugün "anlaşılmaz dille yazılmış yüksek zümre edebiyatı" dediğimiz dîvân şiiri mahsûllerini okuyup anlayabiliyorlarsa, birkaç asır evvel dil devrimi denilen garâbetin omadığı zamanlarda halkın dîvân şiirini anlamadığını iddia etmek sâdece kolaycı bir yaklaşım olur. Bir diğer husus da konu ve içerik, kullanılan mazmunlar hasebi ile dîvân şiirinin dar bir sahaya hapsolmuş olduğu iddiasıdır ki bu da özellikle Cumhuriyet'ten sonra yaygınlaşmış bir garip tevâtür.

Dîvân şiirinin ana çatısı âşık-mâşuk ve rakip üçgeni üzerine kurulu olduğundan Tanzimat'tan bu yana bu çerçeve sanki şiiri tahdid eden bir unsurmuş gibi gösterilemeye çalışıldı. Oysa en eski edebî türlerin başında gelen drama da bu ana çatı üzerine kurulmuş bir edebî yapıdır. Âşık yerine kahraman, mâşuk yerine kahramanın hedefini, rakip yerine de kahramanın hedefe ulaşma yolundaki engelleri koyarsanız aslında dîvân edebiyatının çerçeve olarak son derece geniş bir sahayı ihâtâ eden edebî form olduğunu kolayca anlamak mümkün. Âşık mâşuk ve rakip mazmunlarını hayâtın her sahasında ziyâdesiyle kullanmıştır kadim şâirlerimiz, ancak bugün tozlu raflardan elimize dökülenler, edebiyat araştırmacılarının kendi zevklerine ve tezlerine uygun olanları, okullarda edebiyat müfredâtı hazırlayan eğitimcilerin bakış açılarına münasip bulunanlardan ibâret olduğu için, dîvân şiirinin, dîvân edebiyatının yüksek zümre edebiyatı, halktan kopuk edebiyat olduğu iddiası hakikatmiş gibi algılanmaya devam ediyor.

Oysa Osmanlı coğrafyasında yetişmiş dîvân ya da dîvânçe sâhibi şâirlere şöylece bir bakarsak üçte ikisinin payitahtı, sarayı görmemiş olduğunu, yarısınının bugünkü yüksek öğrenim diyebileceğimiz eğitim-öğretim sisteminin dışında kalan, sıradan mesleklerle uğraşan, hattâ bir kısmının okuma-yazma dahî bilmeyen insanlar olduğunu göreceğiz. Ne dîvân şâirleri bütünüyle yüksek zümreyi muhatap alan sanatçılar kısacası, ne de dîvân şiiri halktan ve halkın sorunlarından kopuk bir edebî sanat. Modern Türk şiirinde "aşk" kavramı ne kadar yer tutuyorsa dîvân şiirinde, klasik Türk şiirinde de o kadar yer tutuyordur en fazla. Edebiyat araştırmacaları işin bu yönünü de merak edip şerh edderler bir gün umarım. Elbette edebiyat da her şey gibi zamanla değişir, yeni boyutlar, yeni ufuklar arar. Edebiyatın temelini oluşturan dil dinamik bir yapıdır, kendini yeniler ya da bizde olduğu gibi ender olarak da olsa erozyona uğrar. Cumhuriyet Dönemi Türk şiiri, uzun müddet siyasi ortam gereği gelenekle kesişmekten, gelenekten beslenmekten imtina etti.

Birkaç istisna dışında on asırlık divan şiiri geleneğinin zengin kaynaklarından faydalanmayı bir zül olarak addetti şairlerimiz. Gizli gizli dîvân şiirinin zengin mazmunlarından faydalananlar da -özellikle İkinci Yeni şairleri- yaptıklarının dîvân şiiri kaynaklı olmadığı inkârcılığını tevessül ettiler. Bugün, zenginliğini büyük ölçüde kaybetmiş, Arapça ve Farsça menşe'li "günümüzde az bilinen" kelimeler ile kavgalı Türk şiirinde klasik mânâda form ve yapısı ile dîvân şiiri formunda eserler beklemek abes muhakkak. Ancak Türk şairi on asırlık kültür birikimini tozlu raflardan indirip bu zenginlikten öz, yapı ve imge olarak daha fazla faydalanmalı artık. Türk şiirini içinde bulunduğu tıkanıklıktan çıkaracak yegâne yol, gelenek ile, köklü edebî birikimimiz ile, daha özelde dîvân şiiri ile kayıtsız şartsız bir muahedeye bağlı.