Dokunma keyfine yalan dünyanın

Şehrin huzuru ve tadı, şehirdekilere bağlıydı.
Şehrin huzuru ve tadı, şehirdekilere bağlıydı.

Aşk, insana rutubetin duvara işlemesi gibi işler. Önce fark edemezsin, sonra duvardaki rutubet lekeleri yavaş yavaş görünür olur. Evin duvarlarını boyarsın bir gün. Ama unutmamalı ki, boya sadece rutubetin üstünü örter, onu ortadan kaldırmaz.

Serpil’in en sevdiği romancıydı kendisi, ha evet Lawrence Durrell. Bense kitaplardan çok müziğe yakındım. Serpil’le çocukluğumuzdan beri tanışırdık. Dedelerimizin kucağında 9 aylıkken çekilmiş bir fotoğrafımız bile var. Bazı dostluklar zamanla öylesine olgunlaşır ki, bir süre sonra kendinizi iki kişiden oluşan bir organizmanın ortak sahibi sanmaya başlarsınız. Bu uzun evliliklerde de böyledir. Serpil’le birbirimiz hakkında her şeyi söyleme hürriyetini kendimizde görebiliyorduk. Yıllarca o kadar çok şeyi ortak yaptık ki anlatamam. Altlı üstlü dairelerde aynı evde otururduk çocukken. Neredeyse birlikte büyüdük diyebilirim. Aynı ormandaki iki yakın ağaç gibiydik sanki biz. Ben futbola merak sardıysam o da sardı. O edebiyata merak sardıysa ben de sardım. Böylece birbirimizin heveslerine ve tutkularına tutkal gibi yapıştık. Ve bir zaman sonra gördüm ki bazı şeyleri o yaptı diye yapmaya başlamışım. Kızların büyük kısmı çocukken bir erkek Fatma dönemi geçiriyorlar. Sonra birden çevrelerini kaplayan cam kırılıyor. Başka bir varlığa dönüşüyorlar. Serpil de bu evreyi atlattı pek tabii ki, ama bana karşı yakınlığını hiç bozmadı. Yüzündeki çocuksu tatlılık yerini kadınsı güzelliğe bırakırken onu yavaş yavaş ortaya çıkan bir sanat eseri gibi yakından izledim hep. Sonra sonra kendime itiraf etmişimdir bunu: Serpil, insanın cesaretini kıracak kadar güzeldi.

Hayatımız normal akışında sürüp giderken, çevremiz farklılaşırken biz aramızdaki dostluğu bir yerde gizli bir hazine saklarmış gibi korumayı başardık hep. Sonra üniversite girdi araya. Ben konservatuarda okudum, o ise edebiyat okudu… Üniversiteyle birlikte fikirlerimiz kökenden değişti Serpil’le. Siyaset ayırmıştı yollarımızı. Ama yine de birbirimize can yakan mektuplar yazıyorduk. Onun eylemlere katılmaması için elimden geleni yapıyordum ama eskiden arkadaşımız olan Barış’la görüşmeye başlamıştı Ankara’da. Bir yanıyla buna sevinmiştim. Çünkü Barış sol fi kirleri herkesten çok daha sert savunsa da, gün gelecek eski tüfek babası gibi ehlileşecekti, bunu biliyordum. En azından Serpil’le beraber olurlarsa bunun Serpil’e de etkisi olurdu. Kendime uzun yıllar boyunca itiraf edemediğim gerçeği o zaman fısıldamaya başladım işte, Serpil’e o kadar aşıktım ki onun iyiliği için Barış’la beraber olmasını bile gözümde büyütmüyordum.

Üniversiteyi bırakıp şehre döndüm. Müziğe merakımı artıran yegâne isim olan Yusuf abiyle geçiriyordum günlerimi balıkçı yalısında. Başka kimseyle de görüşmüyordum. Bazen ben gitarı yalıya getirirdim, Yusuf abi de perküsyon setini kurar, sabahlara kadar çalardık birlikte. O zaman aklıma Serpil’le müzik üzerine yaptığımız konuşmalar gelirdi. Mesela ikimiz de Coldplay’i çok severdik. Coldplay tüm gezegeni kaplayan bir fenomene nasıl dönüşmüştü. Hem yumuşak ama aynı zamanda da toplu iğne ucu gibi batıcı şarkı kompozisyonları hem de Martin’in sakin vokal tarzı nedeniyle bence. Evet bence de öyle demiş ve Paradise şarkısını mırıldanmaya başlamıştı. Ben de ona Cem Karaca’nın o muhteşem Ercişli Emrah bestesi olan Emrah’ıyla karşılık vermiştim. Biz yeryüzünde böyle mutlu oluyorduk. Bize bu hürriyeti müzik sağlıyordu.

Barış da Serpil de okulu bitirdi ve şehre döndüler. Ve doğal olarak haftanın belli günlerinde genelde sabahı bulan upuzun sohbetler yapmaya başladık. Artık kimin evi müsaitse orada toplanıyorduk. Aramızda sürekli konuştuğumuz iki şey vardı. Sohbet döner dolaşır oraya gelirdi muhakkak. Biri Lawrence Durrell’in İskenderiye Dörtlüsü romanının Justine adlı ilk bölümüydü. Diğeri ise Pink Floyd’un The dark side of the monn albümüydü. Güzdü ve Serpil’in dediği gibi güz, bizi üzmeye devam ediyordu. Barış’la da iyi bir arkadaşlığımız vardı ama Barış tam bir goşistti, yani devrim için her şeyi mübah sayanlardan… Uzun yıllar süren davalar yüzünden Ankara’daki üniversitesini güç bela bitirebilmiş, sonra da memlekete dönüp babasının konfeksiyon dükkânındaki işleri devralmıştı. Babası da gençliğinde sekter bir militandı ve onun fi kirlerine katılmayanları komprador olmakla suçlardı. İkisinin de ortak yanı konfeksiyondaki işleri devralınca Halk Parti’nin merkez ilçe teşkilatına katılıp, akşamları iki tek atmaya başlamaları olmuştu.

Hayatımda ortaya çıkan tüm aksaklıklar ahşap evlerden kurulu bir şehirde çıkan yangının hızla yayılması gibi çevremdeki her şeyi kaplıyordu ve yakıyordu. Barış’la Serpil’in evlenme kararı aldıkları akşam yanlarındaki üçüncü kişi bendim ve Serpil’in gözlerine bakmamaya çalışıyordum. Bu aşamaya nasıl getirmiştim böyle kendimi. Neden dönmüştüm ki şehre. Aşk, insana rutubetin duvara işlemesi gibi işler. Önce fark edemezsin, sonra duvardaki rutubet lekeleri yavaş yavaş görünür olur. Evin duvarlarını boyarsın bir gün. Ama unutmamalı ki, boya sadece rutubetin üstünü örter, onu ortadan kaldırmaz. Barış’la Serpil evlendi ve Serpil’in nikâh şahitliğini yaptım. Kendimi Fareli Köyün Kavalcısı’nda geç geldiği için çocuk cennetine alınmayan topal çocuk gibi hissettim. O akşam Yusuf abinin yanına gittiğimde yalıda gençler vardı ve toplu halde Yusuf abiyle müzik yapıyorlardı. Ben de bir köşeye iliştim. Mihriban’ı o gece tanıdım. Bazı isimler var ki takıldıkları kişilerde aynı davranış kalıplarını, aynı kişilik özelliklerini besliyorlar. Söz gelimi Özlem isminde birisi istese de kötü olamıyor. Adamın adı Muhammed’se orada bir duracaksın tabii ki. Ali ise yine duracaksın. Tüm Cengizlerin burnu büyüktür biraz, ukaladırlar. Hayatınıza girmiş Fatoşlara bakın ya da Mihribanlara, hepsi şen şakrak insanlardır. Elifl er tevazu sahibidir ve soyludurlar mesela.

Âdemler hep biraz komiktirler. Güçlüdür Ömerler, Hakanlar. Zeynepler de cana yakındır. Kuzenim Mihriban’ı hep çok sevdiğim için hayatımdaki tüm Mihribanları da sevebileceğimi hissediyordum. Mihriban’la uysal bir aşk yaşamaya başladık hızlıca. Sonrasında evlendik zaten. O kadar içtendi ki Mihriban, öylesine doğal bir insandı ki anlatamam.

Mihriban’ın yanında hep huzur buldum. Fakat Serpil’in durumu da içimi kemirir olmuştu. Evlilikleri çıkmazdaydı ve Barış bir gün Serpil’le yaşadıkları kavgada dükkândaki her şeyi yakmaya çalıştı. Bu olay evliliklerini bitiren neşteri vurdu. İki üç ay sonra boşandılar. Serpil de Ankara’ya yerleşti tekrardan. Okuldan tanıdıkları sayesinde bir dershanede öğretmenlik yapmaya başladı. Dolayısıyla benim de Ankara kaçamaklarım başladı böylece. Bir sebep bulup gittiğimde, buluşup çocukluğumuza dönmüş gibi konuşurduk. Uçuk şeylerdi. Mesela Jane Austen, Tolkien’e âşık olsa nasıl mektuplar yazardı. Grimm Kardeşlerle Kafka arasında oynanan halı saha maçının galibi kim olurdu. Patti Smith, Ray Bradbury’i ne hırsızlığıyla suçlamıştı gibi şeyler. Ardından hâlâ teybiyle müzik dinleme alışkanlığını bırakmayan Serpil, o şarkının olduğu kaseti koyardı, Gülden Karaböcek’in sesinden Funk tarzında bir Mahsuni Şerif bestesi, Dokunma Keyfi ne Yalan Dünya’nın. Bana hep bu şarkıyla verirdi aynı mesajı. Aramızda itiraf edilmemiş şeyler vardı ve bir gün hepsini bir mektupla anlattım Serpil’e. Ama Serpil’den hiçbir cevap alamadım. Uzun süre yazdığım mektuplar bir gün geri döndü. Yanında kaldığı arkadaşı Serpil’in kaybolduğunu söylemişti. Her yeri aramışlar. Serpil neredeyse buharlaşıp uçmuş. Barış’a da haber vermişler ama nafi le.

Çok üzülmüştüm, hem de çok ama elden bir şey gelmiyordu. Çevremdeki insanların hep aynı kalacağını düşünmek gibi çocukça bir huyum vardır benim. Kungfu’da bir söz vardır; bir el doğruyu söylerken diğeri yalan söyler. Ben Kungfu’daki üçüncü elim işte. Kendi masalının dengini kurmaya çalışırken o masalda herkesi yerli yerine güzel bir hikâyeye oturtmaya uğraşan bir masalcıyım. Ama kaderin hikâyesinde Serpil’in yeri boşlukta kalmıştı işte. Yıllarca gazetelere baktım her gün. Üçüncü sayfa haberlerini satır satır okudum. Örgüt dokümanlarını, kitaplarını takip ettim, bir gün bir iz yakalarım diye. Mihriban artık her şeyi anlıyordu. O da bu masalda beni delicesine seven kadın rolünü kabullenmişti. Benim Serpil ve Barış ilişkisinde düştüğüm duruma düşmüştü Mihriban. Bunu hiç istemesem de masal her zamanki kadim alışkanlıklara çekeliyordu bizi.

Doremi dedim onlara.
Doremi dedim onlara.

Sonra Saka kuşlarına merak sardım. Doremi adını taktığım Saka’yı aldığım kuşçu, Saka’sının 2 yaşında olduğunu ve 4 yaşına bastığında muhakkak doğaya salınması gerektiğini söyledi. Çünkü Saka gibi bir kuşun kafeste ölmesine iyi gözle bakmıyordu kuşçular. Benimkisi bir Kasım Sakası’ydı ve iki yıl sonraki kasımda salınmalıydı. Doremi’yi saldığım kasımda Serpil örgüt içi hesaplaşma denilen bir sebepten dolayı ölü bulundu. Üçüncü sayfada üç sütuna basılmış fotoğrafında iç cızırdatan şekilde gülümsüyordu ve çantasından Durrell’in Justine’i kurtulup kaldırıma düşmüştü. Kasetçalara Gülden Karaböcek’in o kasetini koydum ve İskenderiye Dörtlüsü’nden rastgele bir sayfa açtım, şöyle diyordu Durrell; bir kadınla üç şey yapabilirsin, ya onu seversin, ya onun için acı çekersin ya da onu yazarsın.