Donmuş zamanın içinden notlar

Sonra kitaplar, dergiler, kar, tipi, donmuş zamanın izinde uzun soğuk geceler…
Sonra kitaplar, dergiler, kar, tipi, donmuş zamanın izinde uzun soğuk geceler…

Artık biliyorum, zaman su gibi akıp geçmeye, kanatlarımda eski günlerden kalma rüzgârlar esmeye devam etse de bir gün daha önce kırıldığı yerden kırılacaklar ve şöyle diyeceğim: zaman donan bir şeydir.

Zaman, şu sıralar su gibi akıp geçiyor. Hep öyle değildi. Gönderdiğim öykülere edebiyat dergilerinden cevap bile alamadığım günler, daha dün gibi. Memnun olmadığım şartlar altında gönülsüzce gittiğim bir yerde, kalmam gereken süreyi doldurmaya çalışıyordum. Ait olmadığım bir yerdeydim, ait olmadığım bir hayatı yaşıyor, sürgünlük duygusundan kurtulamıyordum. Eh fiilen de sürgün sayılırdım zaten. Orasını sorma uzun hikâye.

2006 kışıydı. Doğubeyazıt’ta çoğu zaman olduğu gibi.
2006 kışıydı. Doğubeyazıt’ta çoğu zaman olduğu gibi.

2006 kışıydı. Doğubeyazıt’ta çoğu zaman olduğu gibi. Çoğu zaman 2006 değil de çoğu zaman kış anlamında yani. Zaman orada benim için akan değil donan bir şeydi. O da soğuktan mı etkileniyordu yoksa sürgünlük, etrafımdaki bütün saatlerin yelkovanlarına takılmış ağırlıklara mı dönüşmüştü, bilmiyorum. Bilen bilir, oralara gazeteler bile ancak öğleden sonra ulaşıyordu. Dergiler? Bol resimli, kuşe kâğıda basılı magazin dergileri değilse zor. Edebiyat dergilerinin en azından bir kısmına ulaşabilmek için en azından Van’a gitmeliydiniz. Ben de öyle yapıyordum.

Birkaç ayda bir. Sabah erkenden köy dolmuşuyla kara bata çıka Doğubeyazıt’a; ardından başka bir transit araçla Van’a… Bekleme sürelerine, yol durumuna göre değişmekle birlikte aşağı yukarı üç dört saat süren uzun upuzun bir yolculuk. Yine de bu yolculuklarda zaman akmasa da damlıyordu. İner inmez soluğu Vakıf Kitap Sarayı’yla Star Kitap Kafe’de alıyor, rafta gördüğüm tüm edebiyat dergilerini; birkaç kitapla birlikte çantama tıkıştırıyordum. O gün Van’da kalıp, ertesi günün sabahında mükellef bir kahvaltıyla kendimi ödüllendirdikten sonra geldiğim gibi tekrar Doğubeyazıt’a.

Hava soğuk değildi ama zaman dondu! Şaşırdım, mahcup oldum. Büyükbabamın mahcubiyetten kızaran yüzümü fark edip, pişman olup, kapıyı usulca kapatıp, tekrar uyumaya gitmesi asırlar sürdü sanki.

Çay kahve ve kaçak sigaradan ibaret alışverişim bir saat bile sürmüyordu, zaten fazla oyalanmadan elimde poşetlerle postanedeki posta kutumu kontrol ediyor –abone olduğum dergiler buraya geliyordu- çantama biraz daha dergi tıkıştırıyor ve köye dönüyordum. Kendimi kitaplar, dergiler ve yapılması gereken zorunlu işler arasına hapsettiğim köye. Zaman haliyle tekrar donuyordu. O sıralar, Haldun Taner’in İznikli Leylek öyküsünü benim için yazdığından emindim: “Bütün çabalar boşuna... Ne yaparsa yapsın, istediği kadar havalanacağım diye çırpınsın, sonunda insanoğlu da yaralı leylek gibi rezil ve perişan yan üstü toprağa yuvarlanmıyor mu? Kaderlerimiz aynı: Uçamayacağını bilmek, yine de uçmaya yeltenmek.”

Çantama biraz daha dergi tıkıştırıyor ve köye dönüyordum.
Çantama biraz daha dergi tıkıştırıyor ve köye dönüyordum.

Bir de Cahit Zarifoğlu’nun dizeleri vardı: “Gözümü diktiğim dağlara bak, koşup takıldığım çitlere bak!” Zihnimde şairlerle yazarlarla tartışarak dudaklarımda onlardan çaldığım dizeler, cümlelerle zamanla ve hayatımla hesaplaşırken pek çok kişi gibi iş arkadaşlarım da yarı deli olduğumu düşünüyordu. Bazen, olur öyle. Umursamıyordum, o zaman da şimdi de. Umursamakla kaybedecek vaktim de yoktu çünkü. Dergileri, kitapları altını çizerek, sağına soluna notlar alarak, gülerek, kızarak, atıf yapılan yazarları, şairleri, kitapları bir kenara not alarak hatmediyordum. İbrahim Tenekeci’nin o nefis kitabının adı gibi: uçuş denemeleri. Yeri gelmişken anlatayım; bir de internet sitemiz vardı, şu kullanıcı adı ve şifreyle girilen yabancı ziyaretçiye kapalı forumlardan. 7 ya da 8 kişiydik. Birbirimizin yazılarını okuyor, yorumluyorduk. Ben her şeyi fazla ciddiye alıyordum.

  • Dilim yaralarımı yalamaktan yorulmuş, onları kalemimle iyileştirebilecekmişim gibi hiç durmadan yazıyor, yazılarıma yorum yapılmayınca hayal kırıklığına uğruyor, diğer arkadaşların yazılarına da galiba haddinden fazla uzun yorumlar yazıyordum.

Çalıştığım yerde internet bağlantısı yoktu. Cep telefonu, artık kullanılmayan bir askeri nöbet kulesinde çekiyordu. Hemen her gün, kuleye çıkıyor; birkaç elzem görüşmeden sonra telefonla internete bağlanıyor (ki bu, o zamanın şartlarında epey pahalıya mal oluyordu) son gönderdiğim yazıya gelen yorumları soğuktan titreyerek okuyor, okunacak yazıları hızla bir Word belgesine kaydediyor; kuleden aşağı iniyordum. Uçuş denemeleri… Sonra kitaplar, dergiler, kar, tipi, donmuş zamanın izinde uzun soğuk geceler…

Ya lambanın yaktığı elektriğin masrafının birkaç katını benim birkaç saat önce Birleşik Kitabevi’nde kim bilir hangi kitaplara tereddütsüz harcadığımı bilseydi.
Ya lambanın yaktığı elektriğin masrafının birkaç katını benim birkaç saat önce Birleşik Kitabevi’nde kim bilir hangi kitaplara tereddütsüz harcadığımı bilseydi.

Böyle yürümeyeceğini anlamam bir yılımı aldı; kaçtım (o da başka ve yine uzun bir hikâye) Ankara’ya işsiz güçsüz ve hayli kaçak olarak geldim. Uçtum da denebilir. Aranıyordum olsun. Üstelik iş bulmalıydım. Olsun. Cebimdeki para sınırlıydı, olsun ulan! Yedi ay boyunca Ankara’da, arkadaşlarımla çıkaracağımız dergi için toplantılar yaptık. Bolca kitap dergi okudum, sanki öte tarafta (Doğubeyazıt) farklı bir şey yapıyormuşum gibi. Biriktirdiğim tüm parayı, kitaplara, dergilere, çay ve simide harcamıştım. İş mi? O hengamede iş aramayı unuttum desem, inanır mısınız? Bir gece büyükbabam uykulu gözlerle odama gelip, biraz da kızgın; “Oğlum elektrik çok geliyor” deyince İznikli Leylek yine aklıma geldi.

Hava soğuk değildi ama zaman dondu! Şaşırdım, mahcup oldum. Büyükbabamın mahcubiyetten kızaran yüzümü fark edip, pişman olup, kapıyı usulca kapatıp, tekrar uyumaya gitmesi asırlar sürdü sanki. Ben uyuyamadım. Ya lambanın yaktığı elektriğin masrafının birkaç katını benim birkaç saat önce Birleşik Kitabevi’nde kim bilir hangi kitaplara tereddütsüz harcadığımı bilseydi.

O gece donmuş zamanın içinde titreyerek şu sonu gelmez coşkumun bir lanet olduğunu düşündüm, kitaptı dergiydi fuzuli sevdalar için beni sevenlere yük olmamalıydım.

Zaten Doğubeyazıt’ta da okumuyor muydum, ha burda ha orda, niye inat ediyordum ki; hem orada zaman da... Kanatlarımda toprak parçalarıyla geri döndüm. Ardımda çıkmamış bir derginin hayali, önümde parmaklıklar vardı. Doğubeyazıt evet. Bir kısmı medrese-i yusufiyede olmak üzere iki yıl daha dergi kitap kar kahvaltı yolculuk nöbet kulesi kitap yazı dergi kar kahvaltı denkleminde geçti. Nasip. Sonra, tayinim çıktı. İstanbul sonra yeniden kar, Ardahan ardından nihayet İstanbul. Neydi; uçuş denemeleri. Zaman su gibi akıp geçiyor. Şu sıralar öyle. Haldun Taner’in yıllar önce başıma dert olan sözüyle kâh donan kâh eriyen zamanın içinde hesaplaşıp durdum. Uzunca bir süre, yeterince coşkuyla kanat çırparsa her leyleğin uçabileceğine kanaat getirdim. Etrafımdakilere coşkuyla yaşayıp coşkuyla ölmenin faziletlerinden bahseden uzun nutuklar attım. Çünkü kanatlarımda rüzgârı hissediyordum. Zaman akıyordu. Zamanın üzerindeki buz, kanatlarımın üzerindeki toprak eriyor, kayboluyordu.

Ama gün geçip zaman geçip sakallarımdaki aklar çoğaldıkça iflah olmaz iyimserliğimin en az bir halt sandığım coşku ya da uçuş denemelerim kadar baş belası olduğunu öğrendim. İnsanın çoğu zaman figüranı olduğu bir hikâyenin içinde gözleri hep gökyüzünde olsa, coşkuyla kanat çırpsa, uçabileceğine inansa bile yaralı bir leylek gibi kendisini rezil ve perişan toprağa yuvarlanmış olarak bulması işten bile değil.

Artık biliyorum, zaman su gibi akıp geçmeye, kanatlarımda eski günlerden kalma rüzgârlar esmeye devam etse de bir gün daha önce kırıldığı yerden kırılacaklar ve şöyle diyeceğim: zaman donan bir şeydir.