Dr. Bekir Cantemir: Harita ile ideoloji inşa etmek mümkün

Dr. Bekir Cantemir: Türkiye’nin modernleşme tecrübesini harita tarihi açısından okursak, bu konuda iyi bir sınav verdiğimizi söyleyemem.
Dr. Bekir Cantemir: Türkiye’nin modernleşme tecrübesini harita tarihi açısından okursak, bu konuda iyi bir sınav verdiğimizi söyleyemem.

Mercator Projeksiyonu’na göre harita yaptığınızda; Avrupa merkeze alınır ve Avrupa merkezci bir harita çizilir. Bu sistemde Avrupa, Hindistan ve Afrika’dan daha büyüktür. Hodgson, Dünya Tarihini Yeniden Düşünmek kitabında, Mercator tekniği projeksiyon sistemi üzerinden dünya tarihi yazımına bir eleştiri geliştirir. Doğu, Orta Doğu ve Uzak Doğu tanımlarınızın hepsi Greenwich’e göredir. Haritalarınızın merkezi Batı olduğunda, siz buna göre dünyayı okursunuz, Batı’ya göre bir hikâye yazarsınız.

Harita, yer şekillerini kâğıt düzlemine sembollerle aktarma sanatıdır. Harita sembolojisinin de ideolojik tarafları vardır. Ölçeksiz haritalardaki kişi ve bölge betimlelemelerinde bu sembolojiyi daha rahat okursunuz. Başlangıç noktanızı nereden aldığınıza göre de haritanız değişir. Mesela, siz Greenwich’i mi başlangıç noktası alacaksınız, Galata Kulesi’ni mi? Haritayı nereden başlatacaksınız? Bu aslında sizin tercihlerinize göre şekillenen bir dünya formudur.

‘Harita’ kelimesinden başlayabiliriz. Ne oldu da insanoğlu günün birinde ‘kendi yaşadığım yeri yukarıdan göreyim’ dedi? Böyle başlayalım, dolayısıyla bir ‘harita’ fikrinin niye ortaya çıktığını anlamış oluruz.

“Harita” Arapça kökenli bir kelime, Fransızcası “carte”. İngilizce “map” Latince aynı kökenden geliyor.

İstanbul tramvay, deniz ve tren ekseninde büyüyor. Tüm Orta Çağ şehirlerinde olduğu gibi, üretimin dağınık olduğu, mahallelerin ihtiyaçlarına göre organize olduğu bir yapıdayken, 19. yüzyılla birlikte artık sanayileşmenin ve atölyeleşmenin oluştuğu bir şehir hâline geliyor.

Yeryüzü şekillerini belli bir semboloji yardımıyla kâğıt üzerine aktarma işlemine biz harita diyoruz. Burada geometrik bir sorun çıkıyor ve dünya haritacılık tarihi de bunun üzerine oturuyor. Yeryüzünü geometrik şekillerle ölçüp ifade edeceğiniz zaman yeryüzünün geometrisi ile kâğıt üzerindeki farklıdır; çünkü üçgenin iç açılarının toplamı kâğıt üzerinde 180 derecedir ama bunu küre üzerine çizdiğimizde küresel üçgenin iç açılarının toplamı 180 ve 540 derece arasında değişir. Biz, harita yaparken bunu en hesaplanabilir şekle dönüştürmek için uğraşıyoruz. Harita bilim tarihinin mücadelesi, aslında var olan gerçekliği kendi algılayabildiği hikâyeye dönüştürme mücadelesidir. Bu, biraz bizim ölçü teknolojimizle alakalı. Haritacılık tarihi, bu ölçüm tekniğinin zamana göre değişimidir. Haritacılar bu tekniğe göre yeryüzünü ölçerler ve kâğıt düzlemine uygularlar. Bu ölçüm teknolojisinin tarihi, deniz haritaları ile başlatılabilir. Çünkü ilk başlarda kara üzerinden koordinat vermeden harita yapmak mümkün değildir. Kara haritalarını denizden konum alarak çizerler.

‘Harita’ meselesini ne kadar geriye götürebiliyoruz?

Haritanın ilk örneklerini milattan önce Mısır’da kadastro haritası şeklinde görüyoruz. Urartularda da Asurlularda da arazi sınırlarını belirlemek için insanların harita yaptıklarını görüyoruz. Haritanın kullanıcı ihtiyacına göre, insanlar farklı teknikler kullanmışlar. Askeri amaçla farklı sivil amaçla farklı haritalar yapılıp kullanılmış çünkü. Siyerdeki savaş sahnelerinde ben hep harita üzerinden düşünüyorum: Savaşı bize tasvir eden müverrihler, aslında, komutanların ve ekibinin topoğrafya bilgisini bize tasvir ediyorlar. Savaş, topoğrafyayı da yönetmektir. Esasen, herkesin zihninde bir topoğrafya bilgisi vardır; bu bilgiler zamanla kâğıda aktarılmış. Bunu İskender de yapıyordu, yani İskender’in Makedonya’dan Hindistan’a ulaşma hikâyesi aslında onun zihninde de bir harita olduğunu gösteriyor. Dolayısıyla, bu harita hikâyesi, insanların zihninde coğrafya ve topoğrafya olarak hep vardı.

Tekniği ne? Daha iyi anlaşılsın diye soruyorum.

Aslında portolon haritasının yapımıyla uydu haritaları arasındaki gelişim sürecini haritanın teknik tarihi olarak anlatabiliriz. Haritanın sembolojisi de -sonuçta sembol başkası anladığı zaman anlamlı olan bir şey olduğu için- o kültürel dünyaya hükmetme sanatıdır. Her haritanın sembolojisi de farklıdır. Haritayı yapan da sembolojiyi farklılaştırır. Kullanılan şey de ideolojik ve kültürel anlamlar içerir. Gezginlerin yaptıkları haritalar da genelde ülkeler kıyafetlerine göre sembolize edilir.

Haritayı nereden başlattığınız sizin politik konumlanışınızı ifade eder

Pirî Reis’in haritasında hangi bölgede hangi hayvanların yaşadığı da gösterilmiş…

Evet, amaç kullanıcıya semboller yardımıyla haritayı okuma kolaylığı sağlamaktır. Aslında bu, “oryantalist” dediğimiz o dönem yapılan tasvirlerde doğan bir şeydir. Çünkü siz zihninizdekini tasvir edersiniz: Osmanlılar böyle giyinir, Anadolulular böyledir, Hindistanlılar şöyledir gibi… Bir şeyi genellerseniz bir resim ortaya koyarsınız ve o resim herkesin zihninde “aynılaşır.” Biz zaten şu an dikkat edin genelde bu eleştiriyi, bu “inşa edilmiş” resimle mücadele üzerinden yapıyoruz. Aslında bir dönem ressamın genellediği bir şeydir bu. Yani “Antep’te beyran çorbası içilir” genellemesi gibi bir genelleme aslında bu genelleme de. Bunu siz sembolojiye aktarırsınız ve devam edersiniz.

Osmanlı haritacılığında doğrudan Kâtip Çelebi’ye zıplıyoruz.
Osmanlı haritacılığında doğrudan Kâtip Çelebi’ye zıplıyoruz.

Harita sembolojisinin, ideolojik ve politik arka planı olan tarafları vardır. Kişiye göre değişir. Bu sizin başlangıç noktanızı nereden aldığınıza göre de değişir. Mesela, siz Greenwich’i mi başlangıç noktası alacaksınız, Galata Kulesi’ni mi başlangıç noktası alacaksınız? Haritayı nereden başlatacaksınız, başlangıç noktanız Kâbe mi olacak, Kudüs mü olacak? Bu, aslında, sizin tercihlerinize göre şekillenen bir dünya formudur.

İlk ortaya çıkışından itibaren bir merkez ya da bir başlangıç noktası baz alınmış mı?

Şöyle düşünün; İstanbul’da milyon taşını diken Romalılar bir başlangıç noktası koyuyorlar. Çünkü herkes kendi bulunduğu yeri başlangıç noktası olarak algılıyor.

Türkiye’nin modernleşme tecrübesini harita tarihi açısından okursak, bu konuda iyi bir sınav verdiğimizi söyleyemem.

Klasik dünyada bu böyle. Modern dünyada böyle değil herhalde…

Modern dünyada şöyle, bizim hâlâ niye saatimiz Greenwich’e göre ayarlanıyor? Aslında I. Dünya Savaşı’nın sonrasında modern dünyanın başlangıç noktasını oluşturanlar, bu kültürel formu bize veriyorlar, aktarıyorlar. Mesela, dikkat edin, bizim reformlarımıza bakın, inkılâplarımıza; yani saati, ölçüyü tek tipleştirmenin ihtiyacı bundan kaynaklanıyor. Bu tek tipleşmenin adı da inkılâb oluyor. Çünkü dünyayı önce tek tip bir yer hâline getiriyoruz. Şimdi, dikkat edin, doğaya dönüş akımı ile birlikte lokal zaman daha fazla ön plana çıkıyor. Önce onu tek tipleştiriyorsun sonra bu tek tiplilik bizi sıktı diyorsun, başka şeye dönsek diyorsun. Ama dünyada oluşan üretim biçimi ve finansal piyasalar buna izin vermiyor.

Buraya tekrar geliriz, ama şurayı açalım: ‘nedir’ini konuştuk, ‘niye’si de anladığım kadarıyla, öncelikli olarak ticarete ilişkin bir konu olarak ortaya çıkıyor. Sonrasında da, askeri birtakım beklentiler ya da endişeler baş gösteriyor.

Bu biraz toplumların örgütlenmesiyle de alakalı. Toplumlar güvenlik ve askeri esaslı örgütlendikleri dönemlerde bunun fonlamasını askeri yatırımlar sağlıyor. Ticaret esaslı örgütlenilen yerlerde de ticaret bunu motive ediyor, yani bir şekilde bunun finanse edilmesi, bu ihtiyacın giderilmesi birileri tarafından talep edilmesi gerekiyor.

  • Talep ve finansman meselesi gibi; dünya tarihini bu formatla haritalar üzerinden okuyabiliriz. Askerlik meselesinde, özellikle modern dönemde, bu çok belirgindir; ölçekli haritanın çıkışı. Yani Piri Reis de sonuçta bir askerdir.

Haritalarını kültürel kaygılarla çizmiyor yani…

Çizmedi. Sonuçta, o dönemki hâkimiyet dünyasını ifade eden bir formasyonu bize ifade etti. Pirî Reis’ten sonra hemen Kâtip Çelebi’ye geçiyoruz. Arada kocaman bir boşluk var. Pirî Reis’in haritayı nasıl yaptığı meçhul, ekibi kimdi meçhul. Bu konulardaki akademik çalışmalarımız da oldukça az. Pirî Reis Haritasına Cumhuriyet döneminde saray envanteri oluşturulurken rastlıyoruz. Daha önce bu konuda bir bilgiye rastlamıyoruz. Daha sonra da detaylı bir çalışma yapılmıyor/yapılamıyor. Osmanlı haritacılığında doğrudan Kâtip Çelebi’ye zıplıyoruz. Ondan sonra da, Türk haritacılığının tarihini ancak 1910’larda Mehmet Şevki Paşa’yla başlatabiliyoruz. Yani bizim burada 400-500 yıllık bir hikâyeyi ele almamız gerekiyor. Ondan sonra bizim askeri gücümüzün gerilediği dönemde Avrupa’da reform sonrası haritacılık askeriye ile gelişiyor. O dönem yapılan ölçekli haritaların çoğu, askeriye için yapılıyor. 1750’li yıllara geldiğimizde Avrupa’daki birçok ülkede aslında askeri haritalar tamamlanıyor. O dönem oluşan ölçekli harita tecrübesi 1780’ de ilk defa İstanbul haritasının ve Çanakkale haritasının Fransızlar tarafından yapılmasıyla buraya taşınıyor.

Haritacıların çoğu casustur

Bir Fransız neden İstanbul’un haritasını çizer ki?

Haritacıların çoğu casustur.
Haritacıların çoğu casustur.

Şimdi biz bir sergi hazırladık. Fransızların İstanbul Boğazı’nı haritalandırması üzerine ve karşılaştığımız birkaç şey oldu. Bu, Fransız Anadolu Araştırmaları Merkezi araştırmacısı Pascal Lebouteiller ve Jan François Perouse’in araştırmasıyla gördüğümüz bir şeydi. Kuaffer’in İstanbul ve Çanakkale haritasını çizme sebebi Truva’nın ortaya çıkartılması üzerine kurulu. 18. yüzyıla kadar da, o dönemden sonra da haritacıların çoğu casustur zaten. Çünkü yeryüzü bilgisini kâğıt düzlemine aktardıktan sonra başka bir yere aktarılabilir hâle getiriyorsunuz. Compte de Choiseul-Gouffier isimli bir elçi buradaki haritayı yaptırıyor. Kauffer isimli haritacı ve ekibi İstanbul’u gerçekten metrik sitemle haritalandırıyor.

O dönem yapılan haritayı biz günümüz İstanbul haritası ile çakıştırdık, çok az hata tespit edebildik. Gerçekten çok hatasız bir iş çıkartıyorlar. Compte de Choiseul-Gouffier isimli elçi Frasa’da devrim olduktan sonra Rusya’ya sığınıyor. Gouffier Rusya’ya sığındıktan sonra, Kauffer Ruslar adına ajanlık yapmaya başlıyor ve burada topladığı tüm harita verilerini Ruslara veriyor. Ruslar İstanbul sınırlarına girdiklerinde muhtemelen o harita verilerini kullanıyorlar. Yani bu haritalar alındıktan sonra bu verileri kimin kullandığı da değişebiliyor. Haritayı fonlayan, istediği verileri kâğıt düzlemine aktaran kişi, bu verileri de arzularına göre kullanabilir.

Oldukça önemli, çünkü Yeşilköy’e kadar gelmişti Ruslar. Muhtemelen o haritaların yardımıyla.

Ruslar 1878’de Yeşilköy’e kadar geliyorlar ve oraya bir tane anıt dikiyorlar. Buraya gelirken kullandıkları veriler, Rus arşivindeki Kauffer’in sağladığı veriler. Rus arşivlerinden bunu takip edebiliyoruz.

O datalar olmasa belki o sefer de yapılamayacak… Tarihin akışı da belki…

Bu kadar bilgi yüklü olamayabilirler. Çünkü sonuçta siz stratejinizi çizerken önemli olan bilgidir, bilgiyle hükmetmenizdir. O yüzden hâlâ bazı yerlerde fotoğraf çekmek yasaktır, çünkü bilgiye bakar, bu tür şeyler, operasyonel bilgiye… Dolayısıyla askeri motivasyon buradaki verinin alınmasında önemli bir şeydir. Dünyada da Türkiye’de de haritacılık askeri amaçlı gelişmiştir. Sonra bu askeri haritaların ürettiği veriler sivil amaçlı kullanılmıştır. Biri kadastro amaçlı kullanır, öteki turistik amaçlı kullanır. Hâlâ Türkiye’de harita yapımının kontrolü, Harita Genel Komutanlığı’ndadır. Yani siz Çin’den bir küre de getirseniz, ajandanıza harita da basmak isteseniz Harita Genel Komutanlığı’ndan onay almanız gerekir. Harita Genel Komutanlığı onay vermezse siz o haritayı basamazsınız Türkiye’de.

Bizim modern haritacılığımız Mühendishane-i Berrî Hümayun ve Mühendishane-i Bahrî Hümayun ile başlıyor, Goltz Paşa’nın çalışmaları ile kurumsallaşıyor.

Bizde modern haritacılık Goltz Paşa'nın organizasyonuyla başladı

Modern haritacılığımızın hikâyesi peki?

Bizim haritacılığımız Mühendishane-i Berrî Hümayun ve Mühendishane- i Bahrî Hümayun’dan sonra, Goltz Paşa’nın organizasyonuyla kurumsallaşıyor. Goltz’un organizasyonuyla nirengi ağları döşenip bir harita yapılıyor. Oradan, o ekipten yetişen kişi de Türk bir haritacı olan Mehmet Şevki Paşa’dır. Mehmet Şevki Paşa Meşrutiyet’le birlikte bizim Harita Genel Komutanlığı’mızı oluşturuyor.

Buraya kadar olan kısma ilişkin ifade edeyim: Harita bir dil. Belki, ortak anlamı ve anlaşmayı mümkün kılmak üzere tasarlanmış bir dil. Fakat her ülkenin, bu dili kendine göre çekip yorumladığı da bir gerçek.

Evet, bu bir gerçek. Çünkü, sonuçta siz ne yaparsanız yapın kendi kültürel kodlarıyla yaşayan bir varlık olarak bunu şekillendiriyorsunuz. Dolayısıyla haritacılığı askeri ve sivil sektör olarak ayırmak lazım. Ama harita her zaman insanlara bir şeyi bütüncül olarak göstermenin bir yolu olarak kullanılmış her daim. I. Dünya Savaşı’nda insanlar savaşı takip ederken fotoğraf ve harita yardımıyla takip ediyor. Çünkü Avrupa veya İstanbul’daki bir kişi Galiçya ya da Filistin Cephesi’nde ne olduğunu hiç gitmediği yerleri harita ve fotoğraf üzerinden şekillendiriyor zihninde.

Peki, harita nasıl okunur konusuna gelirsek, askeri ve ticari amaçlı kullanılır diyorsunuz ama günümüzde bir sürü harita türü var. Bunları okumak, tek bir sonuç veren okumalar mı, yoksa okumadan okumaya değişen sonuçları mı var? Bunu şundan da sordum, mesela Türkiye’nin 1910’la 1990 arasındaki zaman diliminde yapılan haritalar, geliştirilen modelleri, ticari ya da kadastro haritalarını takip ettikçe Türkiye’nin tarih yazımına, askeri tarih yazımına katkılar sunabileceğimiz bir alan var mı?

Bir lokantaya gidiyorsunuz yirmi çeşit yemek var ama siz menüden iki şey alıyorsunuz. Harita ve haritayı okumak da böyle bir şey. Birincisi, bunu ihtiyaçlarınız şekillendiriyor. Bir de görgünüz kadar, tecrübeleriniz kadar bu veriden istifade edebiliyorsunuz.

Koleksiyonerlik, nadir atfedip toplama arzusu her dönem insanlarda bulunmuş. Bu topladıklarınızla ilişkinizi doğru tanımlamanız gerekir. Bu ilişki biçiminin putperestliğe varan yönü vardır. O metaya sahip olma duygusu sizi zindanına hapsedebilir.

Türk haritacılığının şöyle bir tarafı var, şu an ben o proje üzerinde çalışıyorum. Türkiye’nin kadastrosunun yapılmasına karar veriliyor. Kadastro işlemi, Meşrutiyet döneminde başlatılıyor ama savaşlar nedeniyle devam etmiyor. Cumhuriyetin ilanı sonrasında, 1925’te tekrar yapalım diyorlar. Beş yıllık sürelerle de Türkiye kadastrosu bitsin diye karar alıyorlar, ama bitmiyor. Kadastro da emlak için yapılıyor. Türkiye’nin kadastrosu 2015’te bitebiliyor. O da özel mülkiyet kadastrosu. Hâlâ bizim dağlarımız, denizlerimiz ölçülmüş değil. Kadastronun bitmemesinin nedeni ise yetişmiş eleman unsuru, ekonomik gerekçeler ve teknoloji transferi. Aslında, Kemalizm “10 yılda 15 milyon genç yarattık” derken, bu yarattığı gençlerin teknik eleman olmadığını görüyoruz. Çünkü ürettiğiniz teknikle, ülkenin harita sorununu çözemiyorsunuz. Kadastro bitiyor ama bu aslında yaşayan bir şeydir, mülkiyetle ilgili olduğu için kadastro ölür. Fransa’da beşinci altıncı kadastro yapılıyor. Türkiye daha ikinci kadastroya geçemiyor. Türkiye’nin modernleşme hikâyesini haritacılık üzerinden okursak, burada iyi bir sınav verdiğimizi söyleyemem. Çok başarılı örnekler yok mu? Çok başarılı örnekler ve çok önemli işlerin yapıldığı dönemler var. Ama son tahlilde, bizim bu konudaki alt yapımız, tarihimize baktığımızda çok geri. Çünkü sen, Roma’dan devraldığın sistematikte Kanuni döneminde tahriri bitiriyorsun. Köylerdeki tahıl miktarları, hayvan miktarların ve nüfusa ilişkin hepsinin tahririni yapıyorsun. Aslında sadece bunu güncellemeyi becerecek bir sistem organize edemiyorsun.

Türkiye’de güncel durum nedir, bu meseleye dair? Google Maps’in de olduğu bir dönemde soruyoruz bu soruyu ama Türkiye’de haritacılık ne durumda?

Türkiye’de bilim ve teknik süreç, dünyanın gerisinde değil, bazı uygulamalarda dünyanın ilerisinde olduğumuz da gerçek. Ama Türkiye’de herkes için emlak ve gayrimenkul çok önemli olmasına rağmen gayrimenkul haritalarımız çok problemlidir. Örneğin ülkemizde 2B olarak ifade edilen orman alanlarının kadastroya dâhil edilmesi bir haritalama sorunudur. Medeni Kanun’u İsviçre’den alıp, tercüme ederek, 1926’da yayımladıktan sonra bizimkiler kadastroya hız veriyorlar. Hukuki alt yapı İsviçre’deki teknik alt yapıya göre bir kural koyuyor ama bizde o teknik alt yapı olmadan o kanunlarla hüküm veriliyor. Dolayısıyla burada hâkimin bir yeterliliği kalmıyor ve ülkemizdeki hukuk sisteminde bilirkişilere iş düşüyor. Türkiye’de o yüzden hukuk sistematiğimiz bilirkişi raporlarına göre organize edilmiştir. Bilirkişi neye göre karar verecek, teknik altyapıya göre. Peki, teknik eksikse ne olacak? Gayrimenkul davalarında devlet sorumluluk sahibi olarak bedel öder genelde. İstanbul’da hâlâ “sarı alan” dediğimiz mâliki belli olmayan alanlar varsa, bizim haritacılığımızın konumunu konuşmamak lazım. Devletin İstanbul’da parsel numarasını veremediği yer varsa, kadastro bitmiş midir, bitmemiştir. Emlâkin bu kadar önemli olduğu bir toplum ve ekonomide altyapı çok zayıf. Bu konudaki kayıt sistemi kötü değil ama bunun efektif kullanımında sıkıntı var.

Benim asıl yapmak istediğim Türk haritacılığını dünya haritacılığının içinde yazmak
Benim asıl yapmak istediğim Türk haritacılığını dünya haritacılığının içinde yazmak

Buradan tartışmalı bir alana girelim ve sizin seçtiğiniz birkaç tane haritayı beraber okuyalım. Baktığımız zaman, o çizgi yığınından ne çıkabilir, neler anlaşılır, sorularının cevabını almak adına. Ama öncesinde koleksiyonunuzu konuşmak isterim.

Koleksiyonerlik, nadir atfedip toplama arzusu her dönem insanlarda bulunmuş. Bu topladıklarınızla ilişkinizi doğru tanımlamanız gerekir. Bu ilişki biçiminin putperestliğe varan yönü vardır. O metaya sahip olma duygusu sizi zindanına hapsedebilir. Benim harita koleksiyonu yapma motivasyonum daha çok bu alandaki araştırma ve akademik çalışmaları tetiklemek. Türkiye’deki haritacılık tarihini yazmaya yönelik bir proje başlatıyoruz. Bunları da tamamlamayı umuyoruz. Bunlar tamamlandığında, koleksiyon, hedefine ulaşmış olacak.

Gerçi öğrencilerinize tez olarak da veriyormuşsunuz ama nihayetinde bir harita kitabı belki…

Benim asıl yapmak istediğim, bu işe gönül verenlerle beraber Türk haritacılığını dünya haritacılığının bir parçası olarak yazmak. Biz nerede iyi işler yaptık, nerede işin ucunu kaçırdık? Ya da farklı ülkelerde Türkiye için yapılan haritalar için bir arşiv kurmak. Anadolu haritaları hangi dönem nasıl yapıldı, tam bir liste bulmak çok zor.

Bugün, miladi 2018 dünyasında, insanların zihnindeki hâkim dünya haritasında, hâlâ Avrupa kıtası dünyanın diğer bölgelerine göre daha büyük. Burada 2 soru soracağım: Bu şeyi neden ve nasıl hâlâ sürdürebiliyorlar ve ikincisi de, neden hâlâ geçerli olan, bu sistem?

Mercator projeksiyonunun bir avantajı var, teknik olarak kolaylaştırdığı bir taraf var, bunu kullanmak lazım.

Onun politik kaygıları yok muydu?

Mercator’un sistemi Avrupa merkezli olduğu için biz buradan rahatsızlık duyuyoruz. Bunu İstanbul’dan da yapmış olsak bu yaklaşım da bir hata olacaktı. Avrupa’dan da yapılınca bu bir hata. Mesela, Çin merkezli bir harita gördüm, dünya başka türlü Çin’den bakınca. Bu biraz durduğumuz yerle ve dünya görüşümüzle alakalı.

İngiltere bugünkü hâkim algıya göre yapılmış dünya haritalarında daha büyük bir ülke gibi duruyor, ama aslında baktığımızda Türkiye ölçüleriyle küçük bir ülke. Aynı şekilde Amerika da öyle.

Dediğim gibi, sonuçta hâlâ Türkiye’de ırk temelli harita yapılabiliyor. Kürdistan ve Ermenistan sınırlarını gösteren haritalar gibi. İtalya, Almayan veya Fransa’da kendi iç unsurlarının ırk haritalarına rastlayamıyoruz. Avrupa milleti ve mülteciler var. Bu durum şeye benziyor: Bir tane Yahudi kadının I. Dünya Savaşı’nda çocuğu ölüyor. Avrupalı birisinin çocuğu… Benim çocuğum çok temizdi, caniler onu öldürdü, diyor. Çocuğunu askere gönderiyorsun, karşı tarafın düşman askeri câni oluyor ve seninki her zaman temiz ve dindar oluyor sonuçta. Dolayısıyla ben bu çatışmayı buradan bakınca daha ufuk açıcı görüyorum. Bu durum sizin çatışmanın hangi unsurunda yer aldığınıza bağlı. Siz burada adaleti tesis etmek istiyor ve tüm insanlığı kuşatacak adil bir mesaj vermek istiyorsanız, kaygılarınız daha farklı oluyor. İngiltere ve Amerika’nın bu şekilde kullandığı formatları vardır ve buradan istediği amacı da reklam yoluyla bu şekilde alabiliyorlar. Yani aslında bu bir “marketing “, pazarlama biçimi. Bu, bu pazarlamanın aygıtı hâline gelip gelmemekle ilgili bir durum.

Adil bir dünya haritasını ancak turistik olarak çizebiliriz

Geçen yıldı galiba bir Japon kartograf “dünya aslında böyle” diyerek başka bir harita göstermişti, kutupları merkez alarak. Gördünüz mü bilmiyorum. Adil olma kaygısıyla çalışılırsa sizce, nasıl kodlandırmak lazım dünyayı? Bunun gerçekten adil bir yolu yok mu?

Adil bir dünyayı ancak turistik olarak çizebiliyoruz şu anda.
Adil bir dünyayı ancak turistik olarak çizebiliyoruz şu anda.

Bu adil sistematikte, bu dijital bir veri olduğu için bulunduğunuz konuma göre, bunun sistematiğini kurabilirsiniz. Projeksiyon sistemini de seçer ve buradan bir şey yazarsınız. Ama “adillik” meselesine de şöyle bakmak lazım; mesela Katar’ın bir problemi olmuştu ve Osmanlı arşivlerindeki kaynaklara göre bölge sınırları çalışılmıştı.

Katar’ın gaz kaynaklarının kime ait olduğunu tartışmak, sınırı nereden çizdiğinize bağlı. Düşünün, siz, Türkiye için bir sınır çiziyorsunuz ve petrol kaynakları sınırın 50 km öte yanında kalıyor. Adalet, politik gücünüzle orantılı olarak tesis edilebiliyor. Hani derler ya, hukuk siyasetin köpeğidir. Bu, aynı zamanda gücünüzle de belirlediğiniz bir alan, yani adil bir dünyayı ancak turistik olarak çizebiliyoruz şu anda.

Haritalar üzerinden Türkiye’ye ya da Türk modernleşmesine ilişkin enteresan bir okumanız oldu mu, onu da sormak isterim. Çok yönlü entelektüel uğraşlarınız olduğunu bildiğimden soruyorum…

Akademik Çöp Toplama Merkezi olarak Türkiye Karayolları Haritalarını toplarken fark ettik ki, ulusal futbol ligi karayolları ile birlikte gelişiyor. Devlet, ulus hâline “ulaşıldıkça” geçiyor.

  • Ya da Türkiye kadastrosunun yapımının tarihini Türk modernleşme hikâyesinin bir parçası olarak okuduğumuzda görecelik ortadan kalkıyor. Kimsenin itiraz edemeyeceği bir teknolojinin transferini devlet beceremiyor. Kendi hukuk sistemini üzerine kuracağı alt yapıyı bitiremiyor.

O zaman bir harita seçsek ve beraber okumaya çalışsak onları. Ortaya nasıl bir okuma yöntemi çıkıyor görmek için…

Haritalardan birisi şu, 19. yüzyıl İstanbul haritası. Ekrem Hakkı Ayverdi bunu hazırlıyor. 1858’de İstanbul Fetih Derneği tarafından 500. yüzyıl kutlamaları sonrası basılıyor. Bu aslında var olan İstanbul haritasının tekrar bir yorumlaması. Bu haritaya “bostan haritası” deniliyor çünkü İstanbul’da o kadar çok bostan yeri var ki. Ne kadar çok boşluk olduğunu görmüş oluyoruz. Bunu bu bostan haritası üzerinden daha kolay okuyabiliriz, çünkü bu bostan alanları şehrin gelişimi için daha rahat hareket edeceğimiz alanlardı. Bunlara bakarak doğru imar planı yapsaydık, buralar 70 yıl önce boşluktu. Fatih’teki o bölgelerde şu an araba park etmeye veya nefes almaya yer kalmamış durumda.

Tarihi kaçtı bu haritanın?

Bu, 1870’lerde yapılmış bir haritanın 1958’de tekrar gözden geçirilerek basılmış hâli. Ekrem Ayverdi tarafından hazırlanmıştır.

1950 öncesi var mıdır acaba, Vatan Caddesi’ni görelim diye…

Vatan Caddesi’ni şurada görebiliriz, bu Osman Nuri Ergin Rehberi’nde, tarih 1934. Burada Vatan Caddesi falan diye bir şey yok. Şehzadebaşı’ndan Edirnekapı’ya giden caddemiz var, onun dışında da zaten Vatan, Millet ve Ordu gibi hiçbir cadde yok. Zaten, dikkat edin isimlere, ulusçuluğun haritaya yansımış hâli. Çünkü yeniden yazıyorsunuz her şeyi.

Bunu şu açıdan, 100 yıl önce nasıl bir İstanbul vardı, sokak sokak bakma imkânı var mı, diye sordum.

Bunu biz bilgisayarda yapıyoruz şu an. Eski haritaları bugünkülerle çakıştırdık, dört beş haritayı çakıştırdığımız için aynı bölgedeki dönüşümü 250 yıl içinde takip edebiliyoruz.

Ne çıkıyor bundan mesela?

Şöyle, deniz ulaşımına açılana kadar, yani 1854’te Şirket-i Hayriye’ye kadar, İstanbul’un kullanımı aynıydı. 1854’ten sonra Beyoğlu’nda para kazanan elitin yazlığı Adalar ve Yeniköy hâline geliyor. Zaten belediye kuruluşları sırasıyla: 1856 Beyoğlu, 1865 Adalar, 1868 Yeniköy şeklinde… 1900’lerin başında da Kadıköy sayfiye yeri hâline geliyor; çünkü ulaşım olanaklarıyla şehir büyüyor. İstanbul tramvay, deniz ve tren ekseninde büyüyor.

Tüm Orta Çağ şehirlerinde olduğu gibi, üretimin dağınık olduğu, mahallelerin ihtiyaçlarına göre organize olduğu bir yapıdayken, 19. yüzyılla birlikte artık sanayileşmenin ve atölyeleşmenin oluştuğu bir şehir hâline geliyor. 20. yüzyılla da bu sanayileşme ekseninde devam ediyor. Bizim, dikkat edin, hâlâ sanayileşmemiz dağınıktır. Aslında Türklerin dünyada şehircilikle ilgili en önemli özellikleri hızları. Bu kadar hızlı bir dönüşümün dünyada farklı bölgelerde gerçekleştiğini sanmıyorum.