Dünya biz’e gebe, biz hakikat’e

Dünya biz’e gebe, biz hakikat’e
Dünya biz’e gebe, biz hakikat’e

Zihnimiz, çağdaş hurafeler çöplüğü. Batı uygarlığının “evrenselliği” efsanesi, bu hurafelerin en masumu gibi görünen ama en tehlikelisi. “İnsan hakları”, “özgürlükler”, “hukukun üstünlüğü” gibi ayartıcı kavramlar üzerinden üretilen, adına da “Batılı evrensel değerler” denilen ayartıcı bir efsane, baştan çıkarıcı bir çağdaş hurafe bu.

Gazze, maskeli balo’yu deşifre etti ve bitirdi

İşte Gazze, bu çağdaş hurafelerin maskesini düşürdü, hayalî olarak üretilen ama fiilen bütün dünyada neredeyse herkes tarafından benimsenen Batı uygarlığının “evrenselliği” miti, tuzla buz oldu; Gazze’de çocuklara, kadınlara, masum, savunmasız insanlara uygulanan soykırıma öncelikle Batı ülkelerinin destek vermesiyle birlikte.

Evet, yanlış okumadınız: Dünyaya hükmeden küresel sistemin aktörleri, Batı ülkeleri, Gazze’de mazlum savunmasız insanların, çocukların, kadınların canlı canlı katledilmelerine destek verdiler. Batı ülkelerinde soykırıma karşı çıkan insanlar fişlendiler, bu insanların işlerine son verdiler; dernekleri, vakıfları, kurumları kara listeye aldılar ve kapılarına kilit vurdular!

Bunlar ben yaşarken oldu çıldırmaya ramak kalmışken ey insanoğlu!

Bunlar sen yaşarken oldu canlı cenaze gibi!

Bunlar oldu, insanlık öldü!

Bunlar olurken dip dalgada, alttan alta başka bir hikâye inşa edildi mazlumların Rabbi tarafından! Allah’ın, rahmetiyle tarihe müdahale etmesi ve Yahudi gücüne güç katan emperyalistlerin maskelerinin düşürülmesi: Yahudi gücü’nün, gücünün kölesi olduğunun ve dünyayı kölesi yaptığının gün gibi gün ışığına çıkması adım adım… Bu cümleden olarak, insanlığın zihnini, zihnî işgalle celladına âşık ederek ve çağdaş hurafeler çöplüğüne dönüştürerek örtük olarak köleleştiren kirli, zehirli epistemik maskesinin düşmesi… Ve maskeli balo’nun deşifre olması ve bitmesi böylelikle.

Çağdaş hurafelerin zirvesi: Batı uygarlığının “Evrenselliği” efsanesi

Batılılar, dünya üzerinde hiç olmadığı kadar hükümfermâ! Benzeri görülmemiş bir hükümranlık bu. Ama bu hâkimiyetin içi boş. Tanrı’ya, hakikate, insana, tabiata, adalete ve hayatın anlamına dair bir aşılamamışlık durumundan, bir derinlikten kaynaklanan hâkimiyet değil bu. Üstünlük hiç değil, sanıldığı ve sık sık dillere pelesenk edildiği gibi. “Batı’nın üstünlüğü” fikri, sorgusuz sualsiz dilimize pelesenk ettiğimiz, saplantılı hâle dönüşen bir efsaneden, bir masaldan başka bir şey değil.

Batı uygarlığının dünya üzerinde kurduğu hâkimiyet, hem dünyanın sömürgeleştirilmesi olarak tanımladığım fiilî şiddet’ten hem de zihnin sömürgeleştirilmesi olarak adlandırdığım ontolojik ve epistemolojik saldırıdan yani zihnî şiddet’ten kaynaklanan, bir yandan, ayartıcı, büyüleyici, baştan çıkarıcı; öte yandansa, sahte bir hâkimiyet.

Batı uygarlığı, kendisi dışında hiçbir kültüre, medeniyete, düşünceye hayat hakkı tanımadı, tanımıyor. Gazze’de bu ispatlandı. Gazze, Batı uygarlığı etrafında üretilen iddiaların hepsinin hakikat değil algı olduğunun, gerçek değil mit/efsane olduğunun kendiliğinden ispatlandığı bir laboratuvar oldu: Allah’ın, tarihe müdahalesi bu: Allah’ın tarihe müdahalesinin rahmetinin tecelli etmesiyle gerçekleşmesi.

İkincisi ve bunun kaçınılmaz sonucu şu: Batı uygarlığının dünya üzerinde kurduğu hegemonya, niteliksel değil, niceliksel bir hegemonya. Bu “hegemonya”, niteliksel olsaydı, zaten hegemonya olmazdı. Niteliksel üstünlüğe sahip olan, Tanrı fikrinde, insan tasavvurunda, tabiat ve dünya görüşünde benzersiz, aşılamayacak bir teorik noktaya ulaşan bir medeniyet, hegemonya kurma, hâkimiyet tesis etme, her şeye ve her yere hâkim olma güdüsü tarafından güdülmesine bizzat kendisi izin vermezdi. İzah edilmesi, bütün boyutlarıyla açıklığa kavuşturulması gereken büyük paradokslar var burada karşımızda. Bu paradoksları kullanıma ve dolaşıma sokarak dünya üzerindeki hâkimiyetlerini pekiştiriyor Batılılar. Ne pekiştirmesi, tartışılmaz kılıyorlar.

Paradoks, paradoks olma özelliğini yitiriyor o ândan itibaren. Çünkü Batı uygarlığının “evrenselliği” miti, bilim ve teknolojide elde edilen başarılarla icat edilen ve bir hayli de müşteri toplayan, dahası bütün dünyada kitleler tarafından sorgusuz sualsiz dogma olarak benimsenen ilerleme miti, dolayısıyla Batı’nın üstünlüğü ve aşılamazlığı miti, tarihin sonu (Batı uygarlığının liberalizmin dünya üzerindeki hegemonyası ile nihai zafere ulaştığı) miti gibi mitler üretilerek bütün paradoksların mitlere dönüştürülmesi sağlanıyor; bu da, kaçınılmaz olarak paradoksların buharlaşmasına, üstünün örtülmesine sahte bir hükümranlık, hegemonya üretilmesine yetiyor.

Batı uygarlığının gücü: Güç güdüsü’nün güdüşü

Burada kısa, özlü bir mukayeseli medeniyetler tarihi okuması yapmamız gerekiyor. Yazının bütününe damgasını vuran bir okuma biçimi bu aslında.

Şunu söyleyebiliriz rahatlıkla buraya kadar yaptığımız okumalara bakarak: Batı uygarlığının derdi, hâkimiyet kurmaktır. Tanrı üzerinde, insan üzerinde, dünya üzerinde hâkimiyet kurmak. Gücü ele geçirmek. Francis Bacon, bunu şöyle ifade etmişti açık ve net bir şekilde: “Bilgi, güçtür.” Özne burada bilgi değil, güç. Dert, bilgi arayışı değil, güç arayışı. Nitekim modern çağın temellerini birlikte attıkları modern felsefenin kurucu babası Descartes’ın “Tabiatın efendileri ve sahipleri olacağız.” buyruğu, Batı uygarlığının modernite ile birlikte gücü ele geçirme güdüsü ile hareket ettiğini gösteriyor.

Güç üreten araçlara sahip olma güdüsü Batı uygarlığının dünya üzerinde hegemonya kurmasını sağladı ama insanın ilk defa eserinin esiri olmasına (araçları ele geçirme güdüsünün insanın amaçlarını yitirmesine) yol açtı.

Sonuçta izi sürülen araçsal akıl, Horkheimer’ın kışkırtıcı tanımlamasıyla “akıl tutulması”yla; Nietzsche’nin kendinden geçerek, haykırarak yaptığı uyarısıyla, Batılıların nihilizm çukurunun eşiğine sürüklenmeleriyle; modern sosyal teorinin ve bizatihi modernitenin kurucularından Max Weber’in sarsıcı tarifiyle “demir kafes”in ortasına fırlatılmalarıyla sonuçlandı. Weber’in “demir kafes” metaforuyla özetlediği modernitenin iki büyük kriz üretmesi kaçınılmaz olmuştu: Özgürlük kaybı ve anlam krizi.

Batılı düşünürlere yaparak yaptığım bu okuma, Batı uygarlığının ürettiği çağdaş hurafelerin insanlığı nasıl epistemik kölelere dönüştürdüğünü göstermeye yetiyor olsa gerek.

İslâm’ın derdi hakikat’in g’iz’i

Buradan bize geliyorum… İslâm medeniyetinin derdi hâkimiyet kurmak değil, hakikatin izini sürmek. Sadece eşyanın veya hayatın hakikatinin de değil; hakikatin hakikatinin izini sürmek. Değerin değerini, anlamın anlamını, insanın ve varlığın konumunu ontolojik şiddet üretmeden, ontolojik şiddete, -varlığın anlam düzenini alt üst edecek bir saldırıya- asla izin vermeden hakikatin izini sürmek ve yeryüzünde hakikati hükümran kılmak…

Gerçekten de İslâm, ilk doğduğu asırdan itibaren yeryüzünde insanı değil hakikati hâkim kılma mücahedesi ile hareket etti.

O yüzdendir ki, İslâm medeniyeti konusunda henüz aşılamamış üç ciltlik muhteşem bir şahesere (The Venture of Islam/İslâm’ın Serüveni) imza atan Marshall Hodgson, 16. yüzyılda, uzaydan dünyaya gelen bir uzaylının, dünyanın Pasifik’ten Atlantik’e kadar Müslümanların yaşadığı bir yer olduğu kanaatine varacağını söyler.

18. yüzyıla kadar, İslâm’ın dünya üzerindeki topraklarının Hristiyanlığın üç katı olduğuna dikkat çeker.

Bugün bu tablo tam tersine dönmüştür.

İyi de, neden?

Bu soru, üzerinde ayrıca kafa patlatılmayı hak eden hayati bir soru.

Bu yazıda, İslâm medeniyetinin biricikliği meselesinin ve “Neden dünyanın bize, bizimse hakikate gebe?” olduğumuz sorusunun izini süreceğim...

Batılıları, tarihe Müslümanlar kışkırttı

Birleşik Avrupa fikri, hayaldir; sürgit hayalete dönüşmüş bir ham hayal hem de! Birleşik Avrupa fikrini, tarih boyunca, kısmen de olsa, hayata geçirebilen güç, yalnızca Hristiyanlık oldu, Ortaçağlarda.

Hristiyanlığı da, sonraki süreçte modernliği de harekete geçiren itici güçse, İslâm’ın muazzam tarihî yürüyüşüydü. İslâm medeniyeti, her alanda gerçekleştirdiği atılımlarla, tarihte ilk defa Müslümanların hayata geçirdikleri benzeri olmayan çığır açıcı yolculuklarla Avrupa’yı tarihe kışkırtan, toparlanmasına yol açan itici güç oldu. 9, 12 ve 15. yüzyıllarda gerçekleşen üç büyük Rönesans’ın gerisinde de İslâm medeniyeti vardı. Batılı tarihçilerin de tartışmasız kabul ettikleri önemli bir gerçektir bu.

Batılıları tarihe Müslümanlar kışkırttı, Batı’da geliştirilen Rönesansların gerisinde Müslümanlar vardı, derken bir apoloji/savunma psikolojisi ile bunu söylüyor değilim. Savunma psikolojisinin hastalıklı bir hâlet-i ruhiye olduğunu söylemem bile gereksiz. Bunu bir tarihî vakıa, bir olgu olarak hatırlatıyorum. Müslümanlar olmasaydı, Batılılar barbarlıktan kurtulamaz, birbirlerini yer bitirirlerdi. Asla tarih yapacak bir konuma ulaşamazlardı.

Batılılar, tarihe girmelerini de, tarihe girmelerini sağlayan kendilerini keşfetme yolculuklarını da Müslümanlara borçlular. Tarihî hakikat bu.

Bunu söylerken kendimle çelişkiye düşmeyecek kadar zihnim berrak: Burada Batılıların, her şeyi İslâm’dan aldıklarını ve Batı’yı biz varoluşa kışkırttığımız için Batılıların geliştirdikleri şeyleri bizim de geliştirebileceğimizi söylemiş olmuyorum. Asla!

Söylediğim şey şu: Batılılar, İslâm medeniyetini tanımamış, İslâm medeniyetiyle çok yönlü ilişki kurmamış olsalardı, kendilerini keşfedemeyeceklerdi. Rönesansları harekete ve hayata geçirecek itkiyi, enerjiyi, ruhu bulamayacaklardı.

Özetle, Batılıların hem kendileriyle, kendi ruh kökleriyle felsefî olarak irtibat kurmalarını da, tarihe girerek, tarihin akışını değiştirecek büyük atılımlar yapmalarını da biz sağladık. Şunu söyleyebilecek durumdayız: İslâm medeniyeti olmasaydı, modernite, modern Batı uygarlığı kurulamazdı, Batılılar dünya tarihini şekillendirecek bir konuma ulaşamazlardı. Batılılar, bizimle temasa geçtiler ama bizden aldıklarını bir filtreden geçirerek kendilerine mal edecek şekilde bizimle irtibat kurdular.

Ama biz Batıyla böyle temas kurmadık modern süreçte: Batılılar, bizim terk ettiklerimizi alarak yepyeni bir dünya kurdular. Biz ise Batılıların terk ettiklerini alarak kendi dünyamızı da yıktık. Bunun en son ve en çarpıcı örneklerini Mondrian’ın, Kandisnky’nin, Picasso’nun, Paul Klee’nin tablolarına, bu tabloların beslendiği estetik kaynağa baktığımızda kolaylıkla görebiliriz.

İslâm medeniyetinin evrensel kozmopolisi

Tarihte yalnızca Müslümanların gerçekleştirdiğini söylediğim benzeri olmayan yolculuklar nelerdi, peki?

Öncelikle, bütün medeniyetlerle temasa geçen, hiçbirini yok etme ilkelliğine soyunmayan, hepsinden -vahyin kuşatıcı filtresinden geçirerek- yararlanmasını bilen, ölmekte olan kültürlere diriltici ruh üflemekten çekinmeyen yegâne medeniyet tecrübesini, üstelik de bir asır gibi kısa bir süre içinde Pasifik’ten Atlantik’e kadar dünya coğrafyasının kahir ekseriyetine yerleşebilen bir medeniyet mefkûresini hayata geçirmeyi başardı Müslümanlar.

Dikkatinizi çekerim: Burası, geleceğin nasıl şekil alabileceği sorusunun cevabının gizli olduğu son derece hayatî bir yer’dir.

İslâm medeniyetinin özgünlüğünü, biricikliğini, benzersizliğini yansıtan bu çığır açıcı yolculukların teorik temellerine yakından bakalım öyleyse...

Birincisi, kendisini yegâne hak din olarak gören bir din’in bütün dinlere, kültürlere, medeniyetlere hayat hakkı tanıyan tarih boyunca gerçekleştirilmiş ve bu anlamda aşılamamış bir medeniyet tecrübesini insanlığa armağan ettiği gerçeği hâlâ diriliğini, canlılığını koruyan son derece çağdaş, yeniden hayata ve harekete geçirildiğinde insanlığın önünü açacak bir gerçektir.

Çağdaştır; çünkü bugün insanlığın en temel varoluşsal / ontolojik sorunu, farklı dinlerin, kültürlerin, medeniyetlerin nasıl bir arada yaşayabileceği sorunudur.

Bu sorunun anlam haritaları da, yol haritaları da Müslümanlar tarafından geliştirilmiştir ama trajik olan şu ki, Müslümanlar, aşağılık kompleksine gömüldükleri ve zihinleri de çağdaş hurafeler çöplüğüne dönüştüğü için üzerinde oturdukları hazinenin farkında bile değiller.

Gür sesle, ikna edici, güçlü, derinlikli söylemlerle bu hakikati haykırmanın vakti çoktan geldi de geçiyor bile.

İkincisi, İslâm medeniyeti, Batılıların bütün medeniyetlerin kökünü kazıdıkları bir zaman diliminde, Hindistan’dan Balkanlar’a, Orta Asya’dan Afrika’ya kadar insanlığa adaletin, hakkaniyetin, sulhün ve hukukun hükümran olduğu bir medeniyet fikri ve gerçeği armağan etmiştir.

Üçüncüsü, vahye, tevhid ilkesine dayanan İslâm medeniyeti, Batılılara, kendilerini, Batılıların pagan felsefî köklerini öğretmiştir. Hıristiyanlar, Müslümanlardan önce pagan Greklerle temasa geçmeyi denemişler ama İskenderiye’de ve Bizans’ta pagan gelenekler, hem Hristiyanlığın paganlaştırılmasıyla hem de pagan/agnostik Grek felsefesi ve gnostik Hint düşüncesi tarafından yutulmasıyla sonuçlanmıştır.

Müslümanlar olmasaydı, Batılılar, kendi köklerine asla dönemeyecekler, modern meydan okumayı da, fikrî, siyasî ve iktisadî devrimleri de gerçekleştiremeyeceklerdi.

Dördüncüsü ve en önemlisi de, İslâm medeniyeti, benzeri aynı ölçekte henüz gerçekleştirilememiş, herkese hayat hakkı tanıyan, gerçek anlamda yegâne küresel ve evrensel bir kosmopolis geliştirmişti.

Müslüman kozmopolis’i, dolayısıyla İslâm medeniyeti, dünya demekti. Dünyanın felsefî, kültürel olarak yuvarlak olduğu, yalnızca İslâm medeniyetinin hâkim olduğu çağlarda gerçeğe dönüşmüştü. Müslümanlardan önce doğan ama Müslümanlardan sonra tarih sahnesine çıkan -Hristiyan- Batılılar, dünyanın, yalnızca kendi dünyalarından ibaret olduğunu düşünecek kadar miyoplar hâlâ!

Üstelik de bu miyopluk, insanlık çapındaki büyük medeniyetlerin kökünü kazılmalarıyla şiddete, kana, katliama bulaşmış bir miyopluk!

Beşincisi, küresel kozmopolis’i yalnızca Müslümanların gerçekleştirebilmelerini mümkün kılan üç sütun yalnızca müslümanlar tarafından gerçeğe dönüştürülebildi:

Birinci sütun, Dârü’l-İslâm/İslâm Yurdu.

İkinci sütun, Dârü’s-Selâm/Selamet, Emniyet, Barış Yurdu.

Üçüncü sütun ise, Dârü’l-İnsan/İnsanlık Yurdu.

Tarihte bu üç sütunu yalnızca Müslümanlar, (en sofistike hâlini Osmanlılar) hayata ve harekete geçirebilmiş ve insanlığın önünü yalnızca Müslümanlar açabilmişti.

Gelecek, İslam’a gebe; biz de…

Sözün özü: İslâm medeniyeti, Latin Amerika ve kısmen Afrika kültürleri hâriç, bütün medeniyetlerle, kültürlerle ve dinlerle temasa geçmiş, insanlığın birikiminin üzerine oturmuş, bu birikimleri yok etmemiş, aksine canlandırmış, yaşatmış. Böylelikle farklı dinlerin, kültürlerin ve medeniyetlerin birbirlerinden beslenerek, birbirlerini besleyerek nasıl birlikte yaşayabileceklerinin ve insanlığın önünü açabileceklerinin yegâne modelini insanlığa armağan ermiştir.

O yüzden, gelecek, İslâm’a gebe. Büyük savrulmalar yaşayan, İslâm’dan uzaklaşan, İslâm’ın ruhunu, dinamizmini kavramaktan uzak düşen Müslümanlar da İslâm’a, İslâm’ın evrensel hakikatine gebe.

Yeniden hakkıyla Müslümanlaşabilirsek, bunun için de 3Z formülüyle izah ettiğim, Müslüman Zihni’ne, Müslümanca yaşama Zemin’ine ve Müslüman Zaman’ına bütün boyutlarıyla yeniden kavuşabilirsek, şu çivisi çıkmış dünyanın ontolojik felâketlerine biz son verebilir ve insanlığın önünü biz açabiliriz bir kez daha, taze bir ruhla ve dinamizmle -Allah’ın izniyle-...

Çok çalışmamız, eğitimde, kültürde, fikirde, sanatta, hayatın her alanında bu medeniyet mefkûresini özümseyecek ve yeniden dünyaya sunacak büyük atılımlar gerçekleştirecek, adam yetiştirecek adamlar yetiştirecek, sahabe ruhlu, öncü kuşaklar yetiştirmemiz gerekiyor.

“İşimiz vaktimizden çok.”

Vesselâm.