Dünyanın en acıklı hikayesi

Dünyanın en acıklı hikayesi kavuşamamış iki sevgilinin hikayesi bile değildi.
Dünyanın en acıklı hikayesi kavuşamamış iki sevgilinin hikayesi bile değildi.

İnsan, ne olduğunu, kim olduğunu sadece başkasının gözlerinde kavrayabilir. Aslında ancak birisi onu gerçekten sevdiğinde... Leyla bir mucize olduğunu bilmiyordu çünkü sevilmemişti; Leyla’nın köyündekiler onun bir mucize olduğunu bilmiyorlardı çünkü Leyla’nın kendisinde göremediğini başkalarının görmesi bir mucize için bile fazla imkansızdı.

Dünyanın en güzel kızıydı. Ne Kleopatra ne Türkan Şoray ne de Greta Garbo onunla aşık atabilirdi: Bir mucize! Elbette Allah’ın her düşüncesi mucizedir.

Bir toz zerresinden samanyolu galaksisine, kelebek kanadından incir yaprağına, havadaki buluttan su damlasına kadar. Fakat O’nun, kimsenin bilmediği, anlamadığı farkına varmadığı idrak edemediği mucizeleri de vardır: Kara delikler gibi.

1990 yılında Kütahya’nın bir dağ köyünde doğan Leyla da böyleydi. Bilinmeyen mucizelerden biri. Dünyanın en güzel kızıydı. On yedi yaşındaydı. Gözleri, burnu, dudakları, elleri ve parmakları, edası, ruhu… Güzelliği kelimenin gerçek anlamıyla kusursuzdu: Titiz bir öğretmenin cevap anahtarı gibi. Gelgelelim Leyla, dünyanın en güzel kızı olduğunu bilmiyordu: Hani şu şiirdeki gibi.

Tam kalbi dünyanın en büyük kalbi olacakken genç adam ayağa fırladı. Koşmaya başladı. Dur aptal! Dağa değil, sese değil, Leyla’ya değil köye doğru koşuyordu. Nedense sesten uzaklaşmaya çalışıyordu.

Zira insan, ne olduğunu, kim olduğunu sadece başkasının gözlerinde kavrayabilir. Aslında ancak birisi onu gerçekten sevdiğinde... Leyla bir mucize olduğunu bilmiyordu çünkü sevilmemişti; Leyla’nın köyündekiler onun bir mucize olduğunu bilmiyorlardı çünkü Leyla’nın kendisinde göremediğini başkalarının görmesi bir mucize için bile fazla imkansızdı.

Leyla her sabah dağın yamacındaki evlerinden çıkıp bulutlara doğru yürürdü. Dünyanın en güzel görüntüsü. Göğe doğru uzanan vakur, azametli, sessiz dağın üzerinde ilerleyen küçük adımlar; zarif, aydınlık, neşeli bir mucize: Yıldız kayması gibi. Leyla o gün de önceki ve ondan önceki günlerde olduğu gibi bir yandan böğürtlen toplarken bir yandan da kendi kendine şarkı söylüyordu. Öyle sanıyorum ki sesi de dünyanın en güzel sesiydi. Çocuk gülüşleri gibi, yaprakların, dalların rüzgarla konuşması gibi, çiçekleriyle hasbihal eden nur yüzlü bir ninenin fısıltısı gibi.

Göğe doğru uzanan vakur, azametli, sessiz dağın üzerinde ilerleyen küçük adımlar; zarif, aydınlık, neşeli bir mucize: Yıldız kayması gibi.
Göğe doğru uzanan vakur, azametli, sessiz dağın üzerinde ilerleyen küçük adımlar; zarif, aydınlık, neşeli bir mucize: Yıldız kayması gibi.

O sırada dağın aşağısındaki patikadan genç bir adam, elleri cebinde yürüyerek geçiyordu. Dünyanın en çabuk bozulan arabası yine bozulmuş onu yarı yolda bırakmıştı. Bir tamirci bulurum ümidiyle en yakındaki yerleşim yerini arıyordu. Birden Leyla’nın sesini duydu. Önce kuş sesi sandı. Bülbül? Kanarya? Ardıç kuşu? Serçe? Kumru? Esasen kuş seslerini tanımıyordu. Bu konuda dünyanın en cahil insanıydı. Ama insan sesini tanıyordu. Karar verdi: İnsan. Bir kadın. Yol kenarına oturup dinlemeye başladı. Dinledi. Dinledi. Dinledi. Kulakları dünyanın en şanslı kulakları oluyordu. Kalbi; genişledi, genişledi. Dünyanın en şanslı kalbi olmak için genişlemeye devam etti. Leyla'yı hak ettiği kadar sevebilmesi için kalbi en az bir zeplin kadar olmalıydı. Adamın bundan haberi yoktu ama kalbinin vardı. Genişledi genişledi. Genç adamın adı... Ya da boşverin, adı önemli değil. Birazdan uçacağını düşündü. Göğsü bir zeplini havaya uçurabilecek kadar ısınmıştı. Tam kalbi dünyanın en büyük kalbi olacakken genç adam ayağa fırladı. Koşmaya başladı. Dur aptal! Dağa değil, sese değil, Leyla’ya değil köye doğru koşuyordu. Nedense sesten uzaklaşmaya çalışıyordu. Böyle giderse çıktığı yükseklikten yere çakılması işten bile değildi. Kanatları parçalanmış bir jet gibi. Koşarken ne düşündü? Kimse bilmiyor. Bildiğimiz, genç adamın dünyanın en aptal insanı olduğuydu.

Köyde aradığı tamirciyi buldu. Arabasını yaptırdı. Yola devam etti.

Genç adam artık ölene kadar kalbinde en az zeplin iriliğinde bir boşlukla yaşayacaktı.
Genç adam artık ölene kadar kalbinde en az zeplin iriliğinde bir boşlukla yaşayacaktı.

Leyla o akşam kalbinde anlam veremediği bir sızı hissetti: Bir yeri yanlışlıkla kesilmiş gibi. Usul usul kan damlıyor gibi hissediyor ama kanayan yeri bulamıyordu. Ninesinden öğrendiği duaları okudu. Uyudu: Sanki bir daha asla uyanmayacakmış gibi.

  • Genç adam bütün gece direksiyon salladı. Issız evine girerken kalbindeki boşluğun hâlâ yerinde durduğunu gördü: Sanki bir ameliyat geçirmiş de içinde devasa bir şey unutulmuş gibi.

Genç adam artık ölene kadar kalbinde en az zeplin iriliğinde bir boşlukla yaşayacaktı. Eve sığamadı, yaşadığı şehre sığamadı, insanların arasına… Sığamadı: Yaramaz bir çocuk tarafından durmadan şişirilen bir balon gibi.

Bir süre sonra boşluğun sebebini ve yerini unuttu. Unutunca o boşluk gitgide karanlığa dönüştü. Karanlık, genç adamı içine aldı. Şehirdeki insanlar hemen onun deli olduğunu düşündüler. Kendisini hastanede buldu. Psikiyatri biliminin yüce muhafızları, mesleklerini, itibarlarını koruyabilmek için işe koyuldular. Uzun terapi seansları, ilaçlar, deneyler… Bir şey bulamadılar. Bulamadıkça yöntemleri sertleşti. Ameliyat bıçaklarını çıkardılar. Kesip biçmeye, tahlil etmeye ısrarla devam ettiler: Genç adam sanki bir uzaylıymış gibi. Sonunda bu çaresiz adama bir hastalık uydurdular. Kalpte konumlanmış tanımlanamayan cisim diyemezlerdi ya! UFO gibi.

Karanlık, genç adamı içine aldı.
Karanlık, genç adamı içine aldı.

Genç adam, ülkenin az bilinen akıl hastanelerinden birinde dünyanın en soğuk odasında son nefesini verdi.

Leyla mı? Leyla da bir şeyler yaptı, yaşadı ve öldü işte ne önemi var?

Çünkü dünyanın en acıklı hikayesi, dünyanın en güzel kızını kimsenin tanıyamamış olması değildi. Genç bir adamın kimsenin anlamadığı bir sebepten delirmesi de değildi. Hatta dünyanın en acıklı hikayesi kavuşamamış iki sevgilinin hikayesi bile değildi.

Dünyanın en acıklı hikayesi, gerçekleşebilecek olanın, kaderin rüzgarı bir anda yön değiştirdiği için gerçekleşememesiydi ya da büyük bir hikayenin daha başlamadan bitmesi: Allah'ın kainatı yarattıktan sonra insandan vazgeçmesi; nefesini üflememesi gibi. Ruhsuz bir çamur parçası gibi.