Dünyanın en orta yerine dair ölçüye gelmez mülahazalar bahsidir

Nasrettin nam zat da bu itibarla çok yorgundu. Çünkü çok yürümüş, yürür iken çok düşünmüş, düşünür iken çok inanmıştı.
Nasrettin nam zat da bu itibarla çok yorgundu. Çünkü çok yürümüş, yürür iken çok düşünmüş, düşünür iken çok inanmıştı.

Nasrettin nam zat da bu itibarla çok yorgundu. Çünkü çok yürümüş, yürür iken çok düşünmüş, düşünür iken çok inanmıştı. Çok yürüyüp yürürken düşünen, çok düşünüp düşündükçe inanan zaten çok yorulurdu. Ama neydi yürürken düşündüren, düşünürken inandıran bu dünyanın en delikanlı çağında olup da en yaşlısı olan bu zatı muhteremi?

Bir vardır, bir yoktur, evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, pireler berber, develer boyunlarının eğriliğinden derbeder iken, elbette bugün gibi her eden edeceğini kendine eder, ektiğini biçer, biçtiğini yer iken, her mide ve kursak sahibi gibi yediğiyle doyar ama yiyemeyeceği kadarını arzular, her izan ve göz sahibi gibi sadece doyduğuyla uyur ama bir şey olsa da hep yesem yatsam uyusam diye umar iken; uyuyan her beşer vakit saat yetişince uyanır iken, uykusu olan da olmayan da uyusun, uyuyanlar uyansın diye şu koca arz kendi etrafında ağırdan ağırdan döner iken, arz durmadan döner durur da bulutları peşinden, rüzgârları önünden sürükler iken, güneşi önünden ayı peşinden sürükler iken, karınca misali her tepe yamacında nehir kenarında kümeleşen insanlar dönüp dolaşıp bir yandan midelerini bir yandan nefislerini doyurmak için uğraşıp didinir, bunu yaparken de hem şu koca arzın örtüsünü bitkisini kırar döker, hem şu koca arzın eşrefi mahlûkatını döker burkar ve iyiliğin incesini eler denesiyle âlemin önce arzına sonra ırzına kasteder iken, Nasrettin nam zat ata toprağından şehirlerin en ak olanına doğru yollara düştü.

Yol önemliydi efendiler. Yol, az gidilen uz gidilen, dere tepe düz gidilen, ama ne kadar gitsen de bitmeyen, bitmeyen ve bitmeyen şey değil miydi?

Delikanlı çağındaydı evvela bunu söyleyelim; ama öte yandan yerkürenin delikanlı yaşında olup da en ihtiyarıydı bunu da söylemeden geçmeyelim. Zira insanın bildikleri insanın boynunu eğiyordu, omurgasını tepeden aşağıya doğru kalın kalın eziyordu. İnsan ahlâken iyicene ise dünyanın hercü mercünde çok yoruluyordu. Nitekim ne diyecekti Nasreddin’den yıllar ve yıllar sonra yine o topraklardan kopup gelen bir torunu; iyi insanlar kendilerini hep yorgun hissederler. Binaenaleyh Nasrettin nam zat da bu itibarla çok yorgundu. Çünkü çok yürümüş, yürür iken çok düşünmüş, düşünür iken çok inanmıştı. Çok yürüyüp yürürken düşünen, çok düşünüp düşündükçe inanan zaten çok yorulurdu. Ama neydi, yürürken düşündüren, düşünürken inandıran bu dünyanın en delikanlı çağında olup da en yaşlısı olan bu zatı muhteremi? Ne olaydı ki, içte olup da gönlü bulandıranı, dışta olup da boynuna dolananı. Ne demiştik delikanlı Nasreddin için? Yola çıktı. Yol önemliydi efendiler. Yol, az gidilen uz gidilen, dere tepe düz gidilen, ama ne kadar gitsen de bitmeyen, bitmeyen ve bitmeyen şey değil miydi?

  • Dünyanın etrafında dört tur dönsen, öğrenir miydin, dünya kaç bucak? Bitmezdi ki bucakları öğrenesin. Ama Nasreddin bunu öğrendi zaten ki asıl mesele de buydu. Peki, delikanlı Nasreddin bunu nasıl öğrendi? Çünkü yola çıktı. Çünkü yol az gidilen uz gidilen, dere tepe düz gidilen, ama ne kadar gitsen de bitmeyen, bitmeyen ve bitmeyen yegâne şeydi. Etrafını dolanmakla değil içine dalmakla olurdu olacak. İçine dalan hem dünyanın içine dalardı, hem kendinin zira. Misal Sivrihisar’dan Akşehir’e gidene kadar delikanlı Nasreddin dünyanın etrafının yedi kere dolandı çünkü yedi bin kez kendi içine daldı. Parayı verene düdüğü çaldırdı. Ama kazanın öldüğüne kimseyi inandıramadı. Çünkü insanlar kazanın doğurmasıyla ya da ölmesiyle değil, kendi kazandıklarıyla alakalıydı. Bunu görmek bunu bilir hâle gelmek az şey miydi? Değildi. Az şey, göle çalınan yoğurt idi. Zira göl deniz kadar kocaydı da yoğurt altı üstü yarım helkeydi. Hiç koca göl yarım helke yoğurtla tutar mıydı? İnsanlar buna inanmadı ama bundan daha ahmakçasına tutar diye ömürler harcadı.
İnsanın bildikleri insanın boynunu eğiyordu, omurgasını tepeden aşağıya doğru kalın kalın eziyordu.

Bunu görmek bunu bilir hâle gelmek az şey miydi? Değildi. Az şey insanın her daim kendine kattığıydı, çok şey insana her daim katılandı. Delikanlı Nasreddin gördü ve anladı ki insana katılanı insan kendine katmazdı. Onca şey olurdu hayatta ama insan dönüp de onca olanın yüzüne bile bakmazdı. Sadece kendisiyle ilgili olduğunu düşündüğü vardı, ötesinde başka da bir şey yoktu. Bunu görmek bunu bilir hâle gelmek az şey miydi? Değildi. Ol sebepten yol uzun sürdü, bir seher vakti düştü yolun derdine, bir ömür sonra günün akşamında güneş inmeden tepeden, varacağa yere vardı Nasreddin. Orada köyün ahalisi karşıladı bu gelen zatı. Geniş bir halka oldular, etrafını çevirdiler. Dediler, bu gelen önemli bir zat olsa gerektir, zira hâli edası tavrı öyle. Ama kimdir? Kendilerine sordular, birbirlerine sordular, bir bilen çıkmadı. Sonra gelen zata sordular, ey gelen dost, de bakalım kimsin? Gelen dost, dedi; faniyim. Adımı desem, adımın söylenişi bitmeden ömür biter. Ne diye diyeyim adımı.

Ahali sordu; peki nereden gelir de nereye gidersin? Gelen dost dedi; faniyim ya elbette haydan gelir, huya giderim. Ahali söylendi, ama sen lafı dolandırıyon, pek bir şey söylemiyon. Gelen dost dedi; çünkü sen aklının aldığına var diyon, almadığına yok diyon. Ahali reddetti, yok vallah, dedi, varsa vardır, aklıma yatarsa aklımdandır. Nasreddin diretti; aklını çomaklayan asıl nimettendir. Ahali kızdı; yav aklımızı çomaklayan bizi derde salar. Nasreddin küfretti; bre eşrefi mahlukat, dert olmadan insan varlığa kendini nasıl katar? Ahali sordu, yav niye katsın insan kendini yok yere, yapılacak onca şey varken. Nasreddin dedi; Vara yok dersen ben sana ne diyeyim? Bilineceğe, doğru yola insan kendinden çıkar, kendini bilmezse yola düşemez. Ahali sordu; o hâlde tamam fanisin ve kendini bilirsin de bilemediğimiz kadarını bildiğini ne bilelim? Nasrettin cevap verdi; sorun ki bilin. Ahali derlendi toplandı, inceden ığrandı, akabinde sallandı, düşündü ama duramadı, durdu ama soramadı, ya dedi çok safçaysa, ya dedi fazla kolaycaysa, bulup da bir soru soramadı.

Nasreddin sorulamayınca bir şey bile, dedi; bana şu toparlacık arzın en orta yerini sorun ki, ben onca yolu boşuna mı dolandım, yoksa her adımımda bir kaç hayat mı gördüm anlaşılsın. Siz cevabı alın, ben boyumun ölçüsünü. Ahali heyecanlandı. Doğru ya, bu gelen dost dağları aşmış, maceraları yutmuş, kederleri içmiş, kahkahaları kusmuş gibi görünüyordu. Öylesini de ya bilirdi, ya da cevabıyla bilmediği bilinir hâle gelirdi. Ahali bu güçle sordu; Şu toparlacık arzın en orta yeri neresidir, de bakalım efendi? Nasreddin durdu, düşündü, ölçtü, biçti, tarttı. Nefesimi aldığım kendi durduğum yerdir, ki o, ayağımın altıdır. Rızkımı aradığım eşeğimin adımıdır ki, rızk emekle gelir, emek adımdır, o da eşeğimin ayağının altıdır. O hâlde dünyanın ortası benim ayağım ile eşeğimin ayağının arasındaki mesafenin tam ortasıdır. Dedi bunu. O gün ahali Nasreddin’in ne dediğini anlamadı, aklının anladığına var, anlamadığına yok dediğinden söylenenin kabuğunda takılı kaldı ve başladı gülmeye. Gerisini biliyorsunuz.