Ekolu hoparlör

Ekolu hoparlör.
Ekolu hoparlör.

Yıllar evvel Devlet Planlama Teşkilâtı’nda çalışıyordum. Teşkilatın bodrum katında bulunan mescidi çevredeki en büyük mesciddi. Ankara’nın merkezinde, özellikle birçok kamu kurumu bulunan Bakanlıklar semtinde mescidler hep yeraltındadır. Çünkü Ankara’nın merkezinde uzun yıllar yerüstünde cami yapılmasına müsaade edilmemiştir. Bu bölgede mescidler genelde apartmanların, pasajların ya da kamu kurumlarının bodrum katlarında olurlar. Adresini bilmezseniz veya birilerine sormazsanız bulamazsınız. Allah’a ibadet bir yeraltı faaliyeti hâline getirilmiştir. Devlet binalarının altındaki yeraltı mescidlerinin çoğu Özal döneminde ve sonrasında yapılmıştır. Bizim mescidi de yaptıran Özal merhumdur.

Benim asıl bahsetmek istediğim o mescidin hoparlörü... Bu arada “hoparlör” Fransızca “haut parleur” kelimesinin Türkçe telaffuzudur. “Yüksek sesle konuşan” demektir. Bakın bu mevzu bendeki bir yarayı açtı. Bizdeki şu hoparlör, yüksek ses sevdası nedir arkadaş? Topu topu bir saf bile olmayan camilerde hoparlör kullanırlar. Niye? Sesi yükseltmek niye bu kadar önemli? Hangi konsere, düğüne, konuşmaya gitseniz sonuna kadar açılan hoparlör kulaklarınızı parçalar. İşin ne keyfi kalır ne de anlamı... Sakın sesçiye gidip “Şunun sesini azcık kıs” falan demeyin. Çünkü büyük bir tepkiyle hatta düşmanlıkla karşılaşabilirsiniz. Sesçi kalesini müdafaa eden bir komutan gibi size asla yol vermez. Bizde yüksek ses yüzünden birbiriyle kavga edenler, hatta birbirlerini öldürenler çoktur.

Bizim DPT mescidinde de hoparlör vardı. 1991 yılı olabilir. Bir gün cemaatle vakit namazına yetiştim. Fakat imamın hoparlörden gelen sesi her zamankinden başkaydı. Ses ekolu geliyordu. Bu arada “eko,” “yankı” demektir. Echo” Yunan mitolojisinde bir dağ perisinin adıdır. Neyse, ekolu sesi bir mescidde ilk defa duyuyordum. Namaz bitti. Teşkilatta elektrikçi olan ve fahri müezzinlik yapan abinin yanına gittim. Sordum: “Abi hoparlör mü değişti?” “Evet Savaş. Bunlar ekolu hoparlörler. İstanbul’dan getirttim. Nasıl, harika oldu değil mi?” “Valla bilmiyorum abi, biraz fazla ekolu değil mi?” “Yooo, bizim mescid İstanbul’daki Osmanlı camilerine benzedi.” Dudağımı büktüm, “Ne gerek vardı ki?” diyecek oldum, üsteledi: “Yo yo, çok güzel oldu, herkes çok beğeniyor. Namazın havası değişti.”

Tabii bu sözlerin üstüne daha ne söz söylenir? Şaşkınlığımı içime gömüp mescidden çıktım. O günden şu satırları yazdığım ana kadar tahminen 32 yıl geçti. Bu sürede ekolu hoparlör mevzuuna benzer tonlarca olay yaşadım, gariplikler, şaşkınlıklar, rezillikler gördüm. Hem devlette hem üniversitede hem sanat dünyasında... Hem sokakta hem çarşıda hem trafikte...

Ekolu hoparlör mevzunun beni rahatsız eden yanı şu: Maneviyat kendi başına zaten büyük ve etkileyici bir şeydir. Onu abartmaya, süslemeye, göze sokmaya, bağıra-çağıra ilan etmeye gerek yoktur. İnsan değerli bir şeyi daha da değerli veya önemli göstermek için fazladan bir şeyler eklemeye başlayınca o şey altta kalır, ezilir. Eskiler bu abartıya “tekellüf” derlerdi. “Bir şeyi külfetli yapmak” demektir. Güzel ve hayırlı bir şeyi, meselâ bir namazı, bir ezanı, bir sadakayı, bir kitabı tekellüfe sokarsanız daha maneviyatlı, muhabbetli ve faydalı hâle gelmez. Aksine gerçeği ile abartılan hâli arasında bir mesafe açılır. Abartıya devam ettikçe o mesafe giderek uçurum hâline gelir.

Şu abartı huyumuzu artık bırakalım. Çünkü insan bir şeyi abarttığında o şey daha değerli ve önemli hâle gelmez. Aksine balonlaşır, kırılganlaşır, sahteleşir. Her bir şeyin, kişinin, olayın, fikrin değeri onu ancak olduğu gibi, kendi gerçekliğiyle gördüğümüzde açığa çıkar.

Bu tekellüf çabası aslında insanın kendini yetersiz görmesinden ileri geliyor. Kendini, inancını, kişiliğini, işini, niteliklerini... Ekolu hoparlöre karar veren elektrikçi müezzin ve imam efendi için demek ki namazda okunan âyetler, sûreler, tekbirler, tesbihler, selâmlar tek başına kâfi gelmiyor. İnsan sesi çok sıradan geliyor. Sesi süslersem ve çok yükseltirsem sesle yaptığım işler daha da yücelir sanıyor. Aynı şekilde bir hâfıza okuduğu Kur’ân, bir müezzine okuduğu ezan kendi başına yeterli gelmiyor. Onları ısrarla bir müzik dinletisine çevirmeye çalışıyorlar. Şu gâfil insanlara onu duyurmak, kulaklarına, gözlerine sokmak lâzım. Bunu nasıl yaparız? Onların âşina oldukları sesleri alıp daha da yükselterek, aşırı süsleyerek, şaşırtıcı nağmeler yaparak... Makâm öğreniyorlar, güzel sesleri var... Hepsi hoş ama maalesef okuduklarını herhangi bir müzik eseri okuyormuş gibi anlamı geri plana atacak şekilde okuyorlar. Mübarek Kur’ân’ı ve ezanı bir müziğin güftesi hâline getiriyorlar. Olan kendi samimiyetlerine ve dinleyenlerin gönüllerine oluyor.

İş, gördüğünüz gibi hep niyet ve amel arasındaki bağa geliyor. Niyetimiz güzel olsa bile usulümüz, yöntemimiz, düşüncemiz, o düşünceyi işe aktarma yolumuz yanlış. Meselâ camiler temiz ve sade olunca sünnete uyarlar. Onları aşırı süslemek, garip garip şeyler eklemek insanların namazlarını daha da mübarekleştirmez. Şunu da söyleyeyim. Allah’a kalbinden bağlı bir insan böyle sadelikten uzak bir camide veya mescidde bağını yine kurabilir. Ama zorlanır, çünkü Allah’ın huzurunda onu meşgul edecek başka bir sürü süs vardır. Halının motifleri, cami duvarlarındaki nakışlar, ışıklar, imamın süslü okuyuşu, vs. bunlar abartılınca insan en büyük işi yapmada, yani namazda huşu ve huzûyu korumak için uğraşmaya başlar. Ona gereksiz bir yük yüklenmiş olur.

O hâlde güzel bir niyetle başladığımız işlerin de güzel olması için kendimize önce şunu sormalıyız: Benim bu niyetlendiğim iş beni ve insanları Allah’a yaklaştırır mı, uzaklaştırır mı? Peki bu soruya nasıl cevap verebiliriz? Allah ve Rasûlünün (sav) ölçüsünü öğrenerek... Aşırı süslü bir şey ne Kur’ân’da, ne de sünnette vardır. Sadelik, tekellüfsüzlük, arılık-duruluk, açıklık, netlik vardır. Demek ki sen de şiir, yazı, tabela, broşür, sms yazarken böyle cümleler kullanacaksın. Ders anlatan bir hoca mısın? Böyle anlatacaksın. Sanatçı mısın? Sanatını böyle icra edeceksin.

Bir şeyin gerçeği ile görüntüsü arasındaki mesafe kasıtlı ise bu ahlâk açığıdır. Çoğu için bu açık normal bir şeydir. Onun kendi hesabı, çıkarı, algısı başka; hayatını sürdürmek, öne geçmek, başarılı olmak için başkalarına göstermek zorunda olduğu yüz başkadır. “C’est la vie!” Hayat böyle, n’aparsın. Kendini bilenler için ise bu çok tehlikeli bir şeydir. Çünkü en aşağı insan tabakası ikiyüzlülüğü yol edinenler, yani münafıklardır. Kişinin olduğu ile gösterdiği arasında bir mesafenin olması, bunun giderek kalıcı hâle gelmesi, hele onun meşru görülmesi insanı giderek ikiyüzlü yapar. Mümin bundan çok korkar. Ama anlaşılıyor ki bizde bu korku kalmıyor. Siyasette, ticarette, günlük hayatta ucunda çıkar olan her yerde yalan-dolan, ikiyüzlülük, sahtekârlık, çarpıtma neredeyse ahlâkımız hâline geliyor. Samimi bir insana rastlarsanız şaşırıyor, seviniyorsunuz.

İnsanlar ikiyüzlülüğü her zaman kötü niyetle yapmazlar. Aksine genellikle iyi niyetle yaparlar. Ekolu hoparlörü oraya koyan abi insanlar namazda huşu duysunlar, kendilerini Ankara’da loş bir bodrum mescidinde değil, muhteşem bir Osmanlı selâtin camiinde hissetsinler diye o işi yapıyor. Bir kamu görevlisi bir konuda halka yalan söylediğinde “Ben maslahat yapıyorum, halk gerçeği öğrense anlamaz, yanlış anlar, sonra işler kötüye gider” diye işini meşrulaştırıyor.

Bu operasyonda insanı yöneten insanın nefsi... Nefis nereye çekerse akıl oraya gidiyor. İster siyaset ister ticaret erbabı olsun bu böyle... Apaçık yalan söylese de, hırsızlık yapsa da, emanete ihanet etse de her zaman haklı bir gerekçesi var. Banker Bilo filmini seyredenler hatırlar. Köyden gelen saf Bilo, kendisini hep aldatan, hapislere gönderen, hatta nişanlısına da el koyan arkadaşı Maho ile her karşılaşıtığında hep aynı soruyu sorar: “Ulan bana bunu niye yaptın?” O da hep aynı cevabı verir: “Yaptım yaptım, ama hele bi sor niye yaptım?” Evet, nefis en büyük müftüdür. Her rezilliğe fetvası hazırdır.

Uzun lâfın kısası gösterişten uzak, samimi olalım. Kendimiz olalım. Dünyada da âhirette de işe yarayan şey budur.