Endüstriyel futbola kısa bir ara Taylandlı peri masalı: Leicester City

Leicester City
Leicester City

Leicester City’in şampiyonluğunu endüstriyel futbola vurulmuş devasa bir darbe olarakgörmek istemenin anlaşılır bir tarafı var. Zenginlik, güç ve paranın zaferinin ebedi vemutlak olmadığını bir an için bile olsa görmek/yaşamak ihtiyacıdır bu. Sürdürülebilir birdevrimin değil, anlatıcı sustuğunda sona erecek bir peri masalının hikâyesidir yani.

“Claudio, kulüp için bu yıl çok önemli. Premier Lig’de kalmak bizim için çok mühim. Küme düşmemeliyiz”

Kulüp başkanı Vichai Srivaddhanaprabha

Futbol, icat edildiği günden beri tribünlerin olduğu kadar piyasaların da konusu. Söz konusu olan kitlesel sevgilerin ekonomik karşılıklarıysa eğer, futbol her daim iştah kabartan bir unsur olarak masada durur zaten.

İsterseniz bu kısmı hemen geçebiliriz. Kulüplerin doğal müşterileriyle (taraftar) kurdukları ilişkilerde belirleyici olan tarafın böylesi bir iktisadi düzlem olması işin tadını fena halde kaçırsa da dünya ölçeğinde de durum böyle. Para’nın hükümranlığında domine edilen Katar ve Suudi Arabistan liglerine, Çin ve Hindistan ligleri de eklendi artık. Top yuvarlaktır ve evren genişliyor. Duygu evreni değil tabi genişleyen şey. Pazarın istediği rüzgâr, istediği yönde ve istediği şiddette esiyor. Milyonlarca euroluk devasa harcamaların, parayı basınca gökyüzündeki en pahalı yıldızları bile yeryüzüne indirebilmenin ve marka değeri’nin kulüp ruhundan bile daha önemli hale gelebilmesinin manası şu, karşımızda futbol kulüpleri falan değil profesyonel dev şirketler var.

Premier League, futbol pazarının ‘naklen yayın satışı’na odaklanmış bir paket programıdır. 1992 yılında kurulduğundan beri aynı hedefe fırlatır oklarını.

Hangi kapıyı çalsak yani, karşımızda buruk acı. Peki, böylesi bir denklemde safi taraftarlık imgesi ne yana düşer? Endüstriyel futbolun tam göbeğinde sorulan bu sorunun ‘anlamı’ son yıllarda daha sık tartışılıyor artık. Taraftarlar hikâyenin bir parçası mıdır, yoksa yalnızca ürün ve bilet alması istenen ucuz müşteriler mi?

Bu bağlamda İngiliz futbolunun en üst klasman ligi olan Premier League için de bir şeyler söylemek gerekir. Hikâyeler ya da müşteriler bu ligin ruhunda tecessüm eden tatlandırıcılardır çünkü. Premier League, futbol pazarının ‘naklen yayın satışı’na odaklanmış bir paket programıdır. 1992 yılında kurulduğundan beri aynı hedefe fırlatır oklarını. Televizyon kurgusu adına tüm şartları yerine getirerek, kamera aksiyonlarıyla desteklenmiş görüntü kalitesini parlatan, her an’ı sanki orada resmedilircesine ‘gösteren’ ve bir sinema filmi gibi çekilerek sizi büyüleyici bir atmosferde olduğunuza ikna eden başarılı bir kurgudur bu.

  • Premier League maçlarını izlediğinizde iki büyücünün savaşına şahit olur gibi bakarsınız ekrana, seyir zevki öylesine yüksektir ki, iki yenilmez armadanın kapışmasıdır sanki izlediğiniz.

Özel çekim teknikleriyle paketlenerek satılan bu ligdeki herşey televizyona göre kurgulanmıştır. Naklen yayın hayat kurtarır. Televizyonu kapattığınızda ise, ne İngiliz Milli Takımı’nın esamisi okunur, ne de o büyücüler karması zannettiğiniz namlı İngiliz kulüplerinin bir başarısına rastlarsınız Avrupa arenasında.

Bir alt kümeden gelerek majör bir Avrupa liginde şampiyon olmak azımsanmayacak kadar büyük bir başarı.
Bir alt kümeden gelerek majör bir Avrupa liginde şampiyon olmak azımsanmayacak kadar büyük bir başarı.

Futbola dair hiçbir kalitenin olmadığı, alt-yapının ve üst-yapının yerlerde süründüğü, her dem hayal kırıklığı yaratan bir ülkenin takımı (Beşiktaş) bile büyücüleri peş peşe dize getirebilir mesela. İngiliz siyaseti ile İngiliz futbolunun birbirlerine ne kadar benzediği konusunda nefis bir makale okumuştum. İmaj satmak, İngiliz işidir. Gereğinden fazla biritiştir yani.

Konuyu odağından çıkarmadan ilerlersek, şöyle ki; oyun için söylenen sözler önemli. Zira oyun’un kendisi önemli… Hikâyeler de buralarda başlar zaten. Barcelona’nın daha solda görünmesi yüzünden, Katalanları tutmanın, Real Madrid taraftarlığına göre birkaç derece daha kutsal sayılmasının komikliği gibi. Endüstriyel futbolun en baba şirketleri hakkında ideolojik angajmanlarla konuşmayı istemenin bir karşılığı var ama mutlaka. Bu bir ihtiyaç… Hikâye ihtiyacı taraftarlık için bir ön kabuldür. Barcelona soldur, Madrid Franco’dur. Taraftar böyle olsun ister. O kadar.

Kaybedenler kulübünün hikayesi

Premier League’in naklen yayın haklarının 6 milyar sterlin gibi bir bedelle satıldığını düşünürsek, önce futbolu icat ettiler, sonra ardından hemen endüstriyel futbolu, özdeyişinin anlamına vakıf olabiliriz. Yahudi sermayesinin M. United’i, Arap sermayesinin M. City’i ve Rus sermayesinin de Chelsea’yi domine ettiği Premier League’in uzunca bir süredir çok uluslu bir açık pazar işlevi gördüğünü söylemek mümkün.

1992 yılında klasik İngiltere Birinci Futbol Ligi feshedilerek yerine ortak akılla ikame edilmiş bu açık pazarın bu yıl ki kazananı küresel köyümüzün yeni oyuncularından Uzakdoğu sermayesi oldu. Taylandlı bir para babasının yatırımıyla taçlanan hikâyenin adı; Leicester City.

Mavi-beyazlı Tilkiler’in demir leblebilerin tahtında Arsenal-M. United-Chelsea- Liverpool-M. City beşlisine meydan okuyarak şampiyonluğa ulaşması şüphesiz güzel bir sürpriz. Bir alt kümeden gelerek majör bir Avrupa liginde şampiyon olmak azımsanmayacak kadar büyük bir başarı.

Ama daha iyisini görmüştük. Kaiserslautern’in 1997 yılındaki Bundesliga şampiyonluğu daha mucizevi bir başarıydı mesela. Alt kümeden çıktıkları ilk senede -bekleme yapmadan- ortalığı dağıtarak şampiyon olmuşlardı çünkü. Ballack-Kuka ikilisinin imzası hala hafızalarda durur. Bundesliga adına gerçekleşen bu sürprizlerin, Premier League kadar kullanışlı olmadığı aşikâr.

Leicester City hikâyesinin belki en güzel tarafı, kulübün teknik direktöründen futbolcusuna kadar tümden bir başarısızlık öyküsünün etrafında toplanmış olması galiba. Takım tam bir kaybedenler kulübüne benziyor.

Tilkiler’in iki yıldızının birkaç sezon önce amatör kümede oynayan fabrika işçisi Jamie Vardy ile 4. ligde keşfedilmeyi bekleyen Cezayirli Riyad Mahrez olması, kulübün geçtiğimiz yıl son anda ligde kalmayı başarması ve takımın başında, dünya klasmanında yeri olmayan Faroe Adaları Mili Takımı’na iki kez yenilmeyi başararak Yunanistan’dan kovulan ‘’Zero Tituli’’ lakaplı Claudio Ranieri’nin bulunması yeteri kadar sürprizli durumlar içeriyordur sanırım.

Bir sezon önce küme düşmekten son anda kurtularak lige tutunan, yıldızlardan kurulu bir kadrosu olmayan, şampiyonluğuna 1’e 5 bin oranında şans verilen bu mütevazı bütçeli takımın başarısının sırrı hakkındaki rivayetler muhtelif. Külkedisi masalının gerçekleşmesinde BBC’ye göre idman sonrası verilen pancar suyu etkili oldu, Taylandlılara göreyse Budist rahiplerin stadyuma gelerek ettikleri duaların mucizevi etkisi sonuç verdi. Futbol yorumcuları ise savunma güvenliği temelindeki pragmatik/kolektif futbol anlayışının etkisi olduğu zannındalar. Leicester City’i şampiyonluğa taşıyan sebepler arasında hiç söylenmeyen bir şey var. O da şu; Premier League’in tam da böylesi bir başarı hikâyesine ihtiyacının olduğu gerçeği. Endüstriyel futbol bazen böyle kısa molalar alır. Bu bir kurgudur aldanmayın, demiyorum elbette. İhtiyaç hâsıl olduğunda şartlar kendiliğinden olgunlaşır sadece.

Mola bitti, futbolun beşiğinde sallanmaya devam!

Leicester City’i şampiyon oldu ama Mavi Tilkilerin demir leblebi beşlisinin tahtına ebedi bir tekme attığını düşünmek gerçekçi bir yaklaşım olmayacaktır. Piyasalar bu tip romantiklikleri kaldırmayacak sertliğe sahiptirler zaten. 5 binde 1’lik ihtimalin gerçekleşmesi şüphesiz devrimin değil ihtiyacın konusudur. Bu kısa molanın ardından futbol beşiğinde sallanmaya devam etmeniz isteniyor sizden. Gerekeni yapın ve televizyondaki gösteriyi izlemeye devam edin. Tekelleşmiş başarının bazen el değiştirmesi oyun’a inanmayı kolaylaştırır. Leicester City’in şampiyonluğunu endüstriyel futbola vurulmuş devasa bir darbe olarak görmek istemenin anlaşılır bir tarafı var. Zenginlik, güç ve paranın zaferinin ebedi ve mutlak olmadığını bir an için bile olsa görmek/yaşamak ihtiyacıdır bu.

Sürdürülebilir bir devrimin değil, anlatıcı sustuğunda sona erecek bir peri masalının hikâyesidir yani.

Jamie Vardy’nin Hollywood tarafından taçlandırılacak fabrika işçiliğinden gol krallığına başlıklı sinema filmi, Taylandlı milyarder başkan’ın tüm stada bira ısmarlaması, The Guardian’ın Kral 3. Richard görseli, Tom Hanks’in 500 poundluk bahis kuponu ve 4-4-2’ye dayalı topu rakibe hediye ederek kontra atakla maç kazanma ihtimali…

Zenginlik, güç ve paranın zaferinin ebedi ve mutlak olmadığını bir an için bile olsa görmek/yaşamak ihtiyacıdır bu.
Zenginlik, güç ve paranın zaferinin ebedi ve mutlak olmadığını bir an için bile olsa görmek/yaşamak ihtiyacıdır bu.

Leicester City’den geriye başka bir şey kalmayacak. Taht beşlisi gelecek yıl yine kendi hikâyelerine kaldıkları yerden devam edecekler. “Leicester City şampiyon olursa Match of the Day’i iç çamaşırlarımla sunarım” diyen Gary Lineker’in şovu da aynı hızla sürecek.

Gerçek bir anti-endüstriyel hikâye duymak isteyenler için yine İngiltere’den bir tavsiye verebilirim ama. Yahudi para babası Malcolm Glazer’in kulüplerini satın almasına karşı çıkan ve duruma içerleyerek kendi aralarında örgütlenen United taraftarlarının “F.C. United of Manchester” adıyla sıfırdan bir kulüp kurarak 10. ligden başladıkları maceraları hala devam ediyor mesela.

Şu anda 7. Ligde oynuyorlar ve hedefleri bir gün Premier League’e yükselerek Mancheter United’ı yani sermayeyi mağlup edebilmek. Niyetleri ciddi olduğu için, hikâyelerine pek kulak asan yok. Peri masalı değil, devrim istiyorlar çünkü. Son olarak Tom Hanks’in koyu bir Aston Villa taraftarı olduğunu düşünürsek, kendi takımına inanmayan bir taraftarın bahis kuponu da sevdaya dâhil midir?

Taraftara not:

Albert Camus Cezayir’deki kalecilik yıllarında topun hiçbir zaman beklediği köşelerden gelmediğini söylerdi hep. Futbol bu yüzden yalnızca arsada güzel. Bir dahaki kısa molada görüşmek üzere. Politik muhalefetin yalnızca iki kalesinin (Tribün ve Şiir) kaldığını söyleyeceklerdir şimdi size, serin durun derim. Sonuç olarak anti-endüstriyel ruhu, resmi ürün mağazası yerine korsan tezgâhtan forma almakta aramak da bir tercihtir. Ama dünya o kadar naif bir yer değil. Top yuvarlaktır. Emin olduğumuz tek doğru da bu. Ölmeye, ölmeye, ölmeye gelenler de dâhil.