Ese Dayı

​Ese Dayı
​Ese Dayı

Nâm-ı diğer Garaoğlan. Veya kısaca Ecevit. Kasketini kafasına takıp,mavi mintanı da sırtında meydanlara çıktı mıydı bayağı bir sükseyapardı. Birçok şeyi onunla öğrendik. Olanak, olasılık, gönenç, sorun,neden… Bundan başka onun zamanında; arabalarımız benzinsiz,mazutsuz, mutfaklarımız yağsız, şekersiz ve banyolarımız ampulsüz,tüpsüz kaldı.

Sene 1979. Yaz ayları. Tam hatırlamıyorum ama biçer için mazut lâzım olduğuna göre temmuzun başları olsa gerek. Başbakanımız, o zaman için, maalesef, iki seçeneğimizden biri olan Bülent Ecevit. Nâm-ı diğer Garaoğlan.

Veya kısaca Ecevit. Kasketini kafasına takıp, mavi mintanı da sırtında meydanlara çıktı mıydı bayağı bir sükse yapardı. Birçok şeyi onunla öğrendik. Olanak, olasılık, gönenç, sorun, neden… Bundan başka onun zamanında; arabalarımız benzinsiz, mazutsuz, mutfaklarımız yağsız, şekersiz ve banyolarımız ampulsüz, tüpsüz kaldı.

Her gün bir şeyin kuyruğuna girerdik. Evde şeker, tüp, katı yağ kalmamışsa ya ben ya ağabeyim veya ikimiz birden o nesneyi alabilmek için hangi dükkâna gelmiş ise gider saatlerce kuyruk beklerdik. Ne gariptir ki, piyasada bulunmayan nesneler tezgâh altından birileri için kolay bulunurdu. Bu malzemeleri bulamadığımız günlerde, bulamadığımız bu malzemelerin fiyatı hep artardı. Enflasyon denilen canavar ile o günlerde tanışmıştık.

Her gün bir şeyin kuyruğuna girerdik. Evde şeker, tüp, katı yağ kalmamışsa ya ben ya ağabeyim veya ikimiz birden o nesneyi alabilmek için hangi dükkâna gelmiş ise gider saatlerce kuyruk beklerdik.

İşte o zamanlarda bulamadığımız şeylerden biri de mazuttu. Bizim oralarda motorine mazut denirdi ve traktör, biçerdöver için gerekli olan yakıt türüydü. Aslında öteden beri, uzaktan uzağa tanıdığım Ese Dayı’yı bu mazut sayesinde daha yakından tanıma fırsatı buldum.

O yaz, babam ekin ektirmişti. Ekinin tarladan biçilmesi için biçer bulabiliyorduk ancak mazut bulmak zor işti. Biçer sahipleri mazutu tarla sahibinin bulmasını istiyorlardı. Babam işte bu maksatla bana kutsal bir görev vermişti. O hafta akaryakıt sırası gelmiş olan benzin istasyonu Yerköy ilçemize bağlı bir nahiye olan Sekili’deki istasyondu ve ben bir at arabasıyla Sekili’ye gidecek, boş götürdüğüm iki büyük varile motorini doldurup geri gelecektim.

Babam, Sekili’ye Ese Dayıyla gideceğimi söyledi. Ese, yıllar sonra anladım ki, Îsâ isminin bizim oralardaki söyleniş biçimiydi.

Ese Dayı, bana o zamanlar çoook yaşlı gibi görünürdü ama bugün düşünüyorum da belki en fazla altmış yaşındaydı. Gençler için inanmak zor olabilir ama yetmişli yıllarda altmış yaşında olmak hakikaten çok yaşlı olmak demekti. O devrin yaşlıları cami avlularında namaz sonrası bir araya geldiklerinde -ki o zamanlar camilerin müdavimleri genellikle yaşlılardı- aralarından göçen ve yaşlananlar hakkında konuşurlardı. Şuna benzer cümleleri sıkça duyardınız: “La, görüyon nu? Bizim Üseyin Ağa’da atmışına geldi!” Anlayacağınız altmış yaş çook önemli bir eşikti.

  • İşte Ese Dayım, belki, altmış yaşlarında, kısa boylu, beyaz sakallı, kafasında halı desenli takkesi, sırtında cepkeni ve onun içinde mintanı, altında da hayli bol bir pantolonu olan, gün boyu güneş altında kalmış olmaktan kavruk, yorgun ama çok iyi niyetli, muhabbetli ve mütebessim bir insandı.

Babamın bana talimatı verdiği gecenin sabahında, erken saatlerde, bizim yazıhanenin önünden Ese Dayı ile beraber yola çıktık. Gideceğimiz yer, yani Sekili, otuz kilometre ötedeydi. İyi hatırlıyorum, zamandan kazanmak için yolun bir kısmını ana yoldan ayrılarak gittik. Bizim Yerköy, Ankara’yı Yozgat üzerinden Sivas, Erzurum ve Kars’a bağlayan ana yolun beş kilometre içindedir. İşte bu bölümü kestirmeden geçerek ana yola vasıl olduk.

. O devrin yaşlıları cami avlularında namaz sonrası bir araya geldiklerinde aralarından göçen ve yaşlananlar hakkında konuşurlardı.
. O devrin yaşlıları cami avlularında namaz sonrası bir araya geldiklerinde aralarından göçen ve yaşlananlar hakkında konuşurlardı.

O zamanlar yollar bomboş. Bugünkü gibi değil. Hani yakıt olsa dahi araba sayısı bugünkü gibi değildi. Ana yol dediğimi bugünün gençleri anlamazlar; bir gidiş bir geliş, iki şeritli, bir kısmı bozuk asfalt bir yol. Araba azlığına akaryakıt yokluğu da tuz biber eklemiş vaziyetteydi ve yollarda in cin top oynuyordu.

Ese Dayı, yol boyunca büyük bir ciddiyetle arabayı sürüyor, arada sırada bana da, işin ciddiyetini ve inceliklerini anlatıyordu. Atlara nasıl muamele edilmesi gerektiğini, ne zaman yedirilip, ne zaman içirilmesi gerektiğini, atlarla kurulması elzem olan duygusal irtibatı anlamamı sağlamaya gayret ediyordu. Hani bugünün modern yeni yetmeleri öteden Ese Dayımı görseler beğenmezler ama onunla birkaç saat geçirseler, bu kavruk Anadolu insanının duygularını ve işindeki ciddiyetini görseler ve uzaktan pek de bir şeye benzetemedikleri bu işin inceliklerini dinleseler herhalde dünyaya da, insanlara da bakışları değişir.

Bir ara Ese Dayı’ya utana sıkıla ama bir yandan da büyük bir özgüvenle at arabasını sürmek istediğimi ifade ettim.

Biraz düşündü. Büyük bir ciddiyetle “Geç bağalım!” dedi. Ama bunu yapmak için at arabasını yolun kenarına çekti, durdurdu ve bana atın yularını öyle verdi. Ben çok şaşırmıştım. Yol bomboştu. Gelen giden yoktu. Sürat yapmıyorduk. Yuları almak için yer değiştirmeye gerek yoktu ama Ese Dayı’mın bu ciddiyeti beni hem çok şaşırtmış, hem de çok etkilemişti.

“Hadi bağalım!” dedi, “Yörü!” Sonra bana döndü ve dizginleri çekmemi engelleyecek şekilde elimi tuttu: “Besmele çektin ni?”

Hemen besmele çektim ve “Deeah” deyip yulara asıldım.

Ese Dayı, yol boyunca büyük bir ciddiyetle arabayı sürüyor, arada sırada bana da, işin ciddiyetini ve inceliklerini anlatıyordu.
Ese Dayı, yol boyunca büyük bir ciddiyetle arabayı sürüyor, arada sırada bana da, işin ciddiyetini ve inceliklerini anlatıyordu.

“Aman yiğenim, yavaş!” dedi. Yine şaşırdım. Ne sürat yapabilirdim ki ve zaten etrafta kim vardı ki? Ben şaşırıyordum ama o da benim şaşırmama şaşırıyordu. Ben at arabasını kullanırken bana tane tane işinin inceliklerini anlatıyordu: “Yiğenim, at hisseder. Senin ona hâkim olup olmadığını hisseder. Onun için dikkatli olacaan. Onu ne çok sıkacaaan, ne de bek gevşek bırakaacaan. O da annıyacak ki, sen ona eziyet etmiyon emme ona hâkimsin.” Ben de onu pür dikkat dinliyordum.

Bir ara, konuşurken at arabasının arka kısmına dönerek ona bir şey anlatmaya çalıştım. O zaman nasıl kızdığını size anlatamam. Hemen elimden yuları kaptı ve arabayı durdurdu. “Yiğenim, böyle iş yapılmaz. Arkıya bakarak araba gullanılır mı? Dölekçe sürecaasen sür. Yoğsa olmaz.” Şaşırdım ve utandım. “Tamam.” dedim ve aldım tekrar yuları elime.

  • Ese Dayımın işi konusundaki ciddiyeti bana o çocuk yaşımda çok abartılı gelmişti. Doğrusu şimdi bile abartılı gelmiyor değil ama işine verdiği ehemmiyet çok büyüktü.

Yerköy’den Sekili’ye otuz kilometrelik yolu tam üç saatte gittik. Giderken iyiydi. Sabah saatleri olduğu için sıcağın etkisini pek hissetmedik. Dört saat Sekili’de kaldık. Sıranın bize gelmesini bekledik. Mazutumuzu aldık ve geri döndük. Dönüş de üç saat sürdü. Dönüş bir de öğleden sonra güneşinin altında geçti ki, sormayın gitsin. Eve döndüğümüzde yorgunluktan ölüyordum. Yemeğimi zor yedim ve yatağıma zor kavuştum. Yatağa yatıp gözlerimi kapadığımda; kulaklarımda bizim at arabasının atlarının zilleri, nallarının sesleri, gözümün önünde de atların arka bacakları ve özellikle o bacakların terden köpürmüş görüntüleri. Zavallı hayvanların ağızlarından da bir miktar salya geldiğini hatırlıyorum.

Ese Dayı, arada atları belki heyecanlandırmak, belki korkutmak için “E-hay” diye bağırıyor ve kamçıyı boşlukta şaklatıyordu. O sırada atın ağzındaki gemi çektiğini de hatırlıyor gibiyim. Velhasıl o gece yorgunluktan zor uyudum. Kulaklarımda o sesle: “Tak, tak, tak, tak, çing, çing, çing…"