Evden ayrılmak

Bahçedeki mandalina ağacı ıslanıyor. Dallar rüzgâra eşlik edercesine sallanıyor.
Bahçedeki mandalina ağacı ıslanıyor. Dallar rüzgâra eşlik edercesine sallanıyor.

Geçmişle ne yapılır, geçmiş ne yapılır? Yazılır. Anlatılır. Belki bir güzellik sönüp gitmesin, zamana yenilmesin diye. Belki bir yara vardır da yazarak çekilir hâle gelir. Belki sadece yaşamak yetmiyor da bir de yazarak yaşanılanların üzerinden geçmek yaşamak hissine daha güçlü ulaşmayı sağlar.

1990

22 Ağustos 1990 günü Tepeköy'den Turgutlu'ya taşınırken hissettiğim duygu, sevinç ve heyecan dolu beklentilerden ibaretti. Köyden şehre gitmenin çocuğu büyüleyen bir tarafı vardı. Turgutlu'ya vardığımızda, ilçenin hâlâ revaçta olan bulvarından geçerken, cadde, arabalar, binalar ve o hareketlilik çok hoşuma gitmişti. Galiba küçük bir telaşa da kapılmıştım o "büyüklük" karşısında. Ama arabamız ilçenin o hareketli caddesinden uzaklaşıp yeni evimizin olduğu mahalleye doğru ilerlerken gözüm arkada kalmıştı ve içimi bir burukluk da kaplamıştı. Biz bulvarda ya da bulvar civarında oturmayacaktık çünkü. Merkeze biraz uzak ve nispeten varoş denilebilecek bir mahalledeydi evimiz. 30 sene önce şimdiki gibi dolu değildi oralar, daha ıssızdı. 7 Eylül Mahallesi, Emel Sokak, 20 Numara'daki kira evimiz, giriş katında, 3 oda bir mutfak ve küçük bir holden oluşan küçük bir evdi ve 13 yaşındaydım. Merdiven altında bir kömürlük ve mutfak tarafında küçük de olsa bir bahçesi vardı. Acıkınca yavrularını yiyen bir kedi vardı sonra o bahçede. Büfe, 80'lerden kalan koltuk takımı, divanlar vardı evde. Evden pek çıkmayan çocukluğum vardı.

Daha genç olan annem ve babam, daha küçük olan kardeşlerim vardı. Babam mavi bir Bisan bisiklet aldıydı elden düşme. Bazen ben onunla okula giderdim, bazen de babam camiye giderdi. Bir kaç sene sonra falan onun birinci elini almıştı. Okulum çok uzaktı eve ve hele giderken yol biraz yokuş olduğundan yorardı o 10,15 dakikalık yolculuk. Evden Kervan Yolu'na oradan da Subaşı Mahallesi'ne çıkar ve İzmir yoluna varınca kenarda beklerdim biraz, vızır vızır işleyen yolun karşısına geçmek için. Ama eve geri dönüşler neredeyse pedal çevirme zahmetine bile girmeksizin, çıkarken yorulduğum yokuşlardan hızla akıp gitmekti. Evinde televizyon olmayan çocuklar ne yapar? Hele şimdilerde ne yapar acaba? Akıllı telefonları, bilgisayarları aklınızdan bile geçirmeyin. Ben çocukken de çocuk gibi olmadığım için o günleri çok da sıkılmadan atlattım. Koca adam gibi kendime çay demleyip gazete veya kitap okuduğumu hatırlıyorum. Evde pek de kitap yoktu aslında, babamın dinî kitaplarını saymazsak. Bir arkadaştan aldığım ve geri verirken üzüldüğüm Yakın Tarih Ansiklopedisi vardı okuduğum. Osmanlı Sultanları Ansiklopedisi vardı. Nerden elime geçtiğini unuttuğum Yaban ve Ateşten Gömlek vardı. Artık olmayışlarına çok üzüldüğüm 180 tane Türkiye Çocuk Dergisi vardı, sobada yanıp kül olan.

Alması için babamı nasıl ikna ettiğime hâlâ şaşırdığım, bir senedir elimde olan Yahudilik ve Masonluk kitabı vardı okuyup okuyup korktuğum. Kahverengi büfenin yanında yığılı duran bir yığın gazete sonra. Birkaç sene sonra aldığım ilk uzun Marlboro'mu o büfenin üstünde bir şeylerin altına saklamıştım ve o da diğer sakladığım sigaralar gibi bulunmuştu. Sakladığım her sigara garip bir şekilde ortaya çıkardı ve evde saklamadığım yer kalmamıştı bu yüzden. O zamanlardan kalan bir sevinç de şu: Misafirler geldiğinde annem kek, kurabiye, pasta filan yapardı ve biz de nasiplenirdik onlardan. Ocakta çaydanlık daima ateşin üstünde dururdu ve annemle kardeşlerim mutfakla misafir odası arasında hep bir hareketlilik içinde olurdu. O anları çok severdim ve hâlâ çok severim. (İnsanın evini anlatması aslında hayatını anlatmasıymış, şimdi yazdıkça anlıyorum. Hele benim gibi evden pek de dışarı çıkmayanlar için bu taş gibi gerçek.)

Misafir odasına da kolay kolay giremezdik. Koltukların üzerinde örtüler olurdu, sehpalarda da. Evin vitrini gibiydi o oda. Yaslandığımız kısımlarında küçük dolaplar olan ve onların üzerinde de annemin el emeği dantelli örtülerin olduğu o kahverengi koltuklar, çekyat sayılırdı onlar, yatılırdı da üzerlerinde, hâlâ gözümün önünde. Devasa büfe de misafir odasındaydı içinde bir sürü tabak, bardak, biblo, süs eşyasıyla. Babamın hac dönüşü getirdiği Sharp marka teyp de oradaydı. Kayıt düğmesi bile vardı, o sıralar yeni yeni yayına başlayan özel radyolarda sevdiğimiz bir şarkı çıkarsa kaydedelim diye hep bir kasetin hazır tutulduğu içinde. Babamdan gizli, artık pek de dinlenmeyen ilahi kasetlerine çok şarkı kaydetmişliğim vardır. Bir de evimizin yakınında bir kahve vardı benim gazete okumak, gizli gizli ve babam geçerken görmese bari telaşıyla sigara içtiğim veya maç seyretmek için gittiğim, hâlâ durur o kahve orada.

O zamanlar Sabah gazetesi Nobel dizisi kitapları veriyordu her ay 30 kupona 5 kitap. Eve o gazeteyi sokmak ne mümkün! Ben de bir çay içip kahvecinin de oluruyla 5 ay boyunca kupon kesip biriktirdim. O kitapları eve nasıl soktum, şimdi aklımda değil. Kadınların kapı önlerinde oturup sohbet ettiği, karşımızdaki boş arsaya yağmurların yağdığı, akşam olurken, top oynarken eve çağrıldığımız, sobanın odasında sofraya oturduğumuz, yeşil örtülerin örtülü olduğu tahta divanlarda sırtımızı yastıklara dayayıp ailecek zamanlar geçirdiğimiz, taşındıktan 6 sene sonra alınan ilk televizyonumuzu – Blaupunkt, renkli, 40 ekran- eve geldiği gün sabahtan akşama kadar kesintisiz seyrettiğim, artık üç beş fotoğrafta kalan o evde 6 yılımız geçti. O zamanlar annem de babam da 40 yaşında bile değillermiş. Bu satırları yazan ben şimdi 43 yaşındayım. Bu, birçok şeyi daha iyi anlamak ve zaman deyip hüzünlü bir sessizliğe varmak için yeterli bir cümledir.

1998

6 sene sonra taşınıp 2 sene kaldığımız evin bende pek izi kalmadı. Uzun koridoru, büyük odaları, Yeraltından Notlar'ı okuduğum loş bir odası, mutfak tarafında halı yıkadığımız geniş bir balkonu, dedemin yazı yazarken güzel bir fotoğrafını çektiğim az kullanılan bir odası, bir marangozun üstünde olduğu için hâlâ duyabildiğim bıçkı sesleri vardı. 1998'de nihayet kendimize ait bir evimiz oldu 22 sene oturacağımız. İlk kaldığımız evin hemen arkasındaki sokağa geri dönmüş olduk böylece. 7 Eylül Mah. Burcu Sok. No:18. Bir ara Burcu diye bir kızı sevmiştim taa Van'da ve sokak adımızın da aynı olmasından âşıklara has aptalca anlamlar çıkarmıştım. Babam sonradan üst katını da yaptırdı ve taşındıktan 7 sene sonra her iki katı da kullanmaya başladık. Aslolan 2. kattı ama biz tatillerde ve bayramlarda geldiğimizde artık gözden düşse de hâlâ kullanılan eşyalarla dolu ve dayalı döşeli olan birinci katta kalırdık. Çoluk çocuk torun falan kalabalık olduğumuz için zaten 2. kat yetmezdi.

Benim hemen hemen bütün yaz tatillerim alt katta, alt katın mutfağında geçti. Ev deyince aklıma önce ve en çok orası gelir. Şimdi bu 22 yılı nasıl anlatmalı? Neden anlatıyorum? Neden anlatılır? Geçmişle ne yapılır, geçmiş ne yapılır? Yazılır. Anlatılır. Belki bir güzellik sönüp gitmesin, zamana yenilmesin diye. Belki bir yara vardır da yazarak çekilir hâle gelir. Belki sadece yaşamak yetmiyor da bir de yazarak yaşanılanların üzerinden geçmek yaşamak hissine daha güçlü ulaşmayı sağlar. Belki evden ayrılmak en çok hayatının büyük bir bölümünden ayrılmaktır da bununla baş etmen gerekiyordur. Belki yeni taşındığınız evde geçirdiğin ilk gecende yabancılık, sıkıntı ya da o kadarını beklemediğin bir derin hüzün yüzünden uyuyamamışsındır da bu yazı o anlarda yazılmaya başlamıştır ve sana "kâğıda dökmek" kalmıştır. Ama 22 yılı bir yazıya sığdıramazsın. Buna gerek de yoktur. O 22 yılın ruhunu yazarsın. Ondan sana kalanı ve silinmeyecek olanı. O evin bir ruhu vardı. Yılların oluşturduğu bir ruh bu.

Eskimişlikten, evde biriken kişiliklerden, seslerden, hatıralardan, evin küçük olmasından, eşyalarından, küçük bahçesinden, üst kata çıkan merdivenlerinden, demir kapısından, küçük hatta oturulmayan balkonundan, bahçedeki mandalina ağacından, sokağından, sokağındaki seslerden, komşularından, eve her girişimizde gözümüze çarpan o mavi bisikletinden babamın, bahçedeki küçük mutfakta -dam der eskilerkaynayan koca tencereden, alt katın mutfağında yapılan salçadan, kompostodan, parçalanan kurban etlerinden, artık o evde kalan ve zamanla ölüp gidecek olan kokulardan, kokudan, merdiven altında bir zamanlar yığılı duran odun kömürden, alt mutfaktaki küçük tüpten, annemin atmaya kıyamadığı kavanozlardan, plastik şişelerden, sinilerden, leğenlerden ve bir sürü ıvır zıvırdan, 40 yıllık masa örtülerinden, buzdolabı örtülerinden, herkes uyurken oturup çay içtiğim plastik sandalyelerden ve sanki hayatın kenarında bir yerlerde olduğunu sandığım ya da benim bazen içinde biz varken hayalimde göğe yükselttiğim ya da denize saldığım, bütün tehlikelerden bizi koruyan bir sığınak gibi görmeyi sevdiğim, yorulunca herhangi bir eski odasında eski minderlere uzanıp dinlendiğim, hayallerimden oluşan bir ruh.

Hele bir de yağmur yağdığında, bahçedeki mandalina ağacının dalları sallanırken ve ıslanırken, pencereden yağmuru ve bahçeyi ve ağacı seyrederken duyduğum huzur ve korunma hissi evin bendeki anlamlarının en güzellerinden. Kahvaltıyı yapmışızdır. Sonra ben alt kata inerim, evime. Mutfak masasında çayımı sigaramı içerim birkaç saat. Sonra Nezahat gelir. Ayaklı, yaşlı vantilatörü kendine çevirir. Ya o benden ya ben ondan kahve isterim. Burası daha serindir her zaman. Biraz otururuz. Hatta bazen annem merdivenlerden seslenir bana "Komşu napıyon komşu!" diye. Sonra ben çıkarım bazen öğleden sonra. Arkadaşlarla buluşuruz. Bazen sadece yürürüm bulvarda falan. Taşınma zamanı yaklaştıkça Turgutlu gözüme daha güzel görünür. Her köşesini veda edercesine sevmeye başlarım. Gece geç saatlerde eve döndüğümde yine bahçeye bakan mutfağa geçer, küçük tüpte çayımı demlerim. Günler, yıllar böyle geçer gider, geçer giderdi.

2020

21 Ağustos 2020. Evi boşalttık. Boş odalara son kez bakıyorum. Annem komşularla vedalaşırken ağlıyor. Her şey sanki o an gerçekleşiyor, o gözyaşlarında. 2 saat sonra Alaşehir'deyiz. Dünyanın en sıkıcı yerindeyiz. Turgutlu ile kıyaslanamaz bile. Tırdan eşyalar iniyor, kurdukları vinç marifetiyle 4. Kattaki yeni balkonumuza taşınıyor. Burası bir site. Sokakları da kaybettik biz, sokak da yok burada. Şehrin dışında ve manzaramıza şimdilik üzüm bağları dâhil. Şimdilik diyorum çünkü bir iki sene içinde yeni binalar o manzarayı da alacak gözümüzden. Üstelik bu apartmanın bahçesi de yok. Gün boyu eşyaları yerleştiriyoruz. Ev büyük ve güzel. Yeni. Yeni ama ruhsuz. Kaçabileceğim eski bir oda yok, bir köşe yok, bir eskimişlik yok. Acaba 22 sene sonra burasının bir ruhu olmuş olacak mı? Balkon çok büyük ve akşamları oldukça serin. Oturuyoruz. Benden başka kimse hüzünlü değil sanki. Babam çok mutlu. Ve ben ummadığım bir şekilde gece uyuyamıyorum. Sıkıntıdan, yabancılıktan, hüzünden uyuyamıyorum. Sanki sevgilimden ayrılmışım. Sanki zamanı kaybetmişim.

Köksüzlük. Gözümün önünde hâlâ eski evimizin odaları. Uyumak için gözümü kapadıkça hâlâ oralarda dolaşıyorum, oturuyorum. Zamanın bir daha geri gelmemecesine geçip gitmesinin, faniliğin, ölüm düşüncesinin, bu dünyadaki konukluğumuzun, biten hayatların idrakine varıyorum sanki ilk kez ve çok güçlü bir biçimde. Balkona çıkıp etrafa bakıyorum. Her şey yabancı ve sanki birkaç günlüğüne gelmişiz de tekrar eski evimize dönecekmişiz gibi geliyor. Yeniden uzanıyorum yatağa. Hep kurduğum bir hayal var. Geçmişe dönük de olsa, geleceğe dönük de olsa güzel hayallerin bir yerinde hep yağmur vardır. Yağmur dışarıda, sen içeridesindir. Bu, bu dünyada olmanın, yaşıyor olmanın, gerçekle hayal karışımı anların en güzelidir. Yine o hayale kaçarak gözlerimi kapatıyorum: Yağmurlu bir gece vakti. Ben dönmüşüm memlekete, artık eski olan evimize. Sırılsıklamım. Eve giriyorum. Alt kattaki eve elbette.

Ev beni sarmaya başlıyor odaları, eşyaları ve orada geçirdiğim zamanları görür görmez. Üzerimi değiştirip küçük tüpüme çay koyuyorum. Yağmur tüm hızıyla yağıyor. Çay kaynamaya başlıyor. Mutfak masasının yanındaki plastik sandalyeye oturup bir sigara yakıyorum. Masanın üzerinde, geçenlerde serdiğim, annemin 45 yıllık el emeği göz nuru, pembe, üzeri vişne renkli desenlerle süslü, baktıkça evi yuva yapan, insanın içini ısıtan ve huzur veren masa örtüsü var. Bahçedeki mandalina ağacı ıslanıyor. Dallar rüzgâra eşlik edercesine sallanıyor. İnceden toprak kokusu doluyor burnuma. Bildiğim, tanıdığım karanlık sokak, mütevazı evler ıslanıyor. Burada, şehir merkezinin, tantanasının uzağında, sanki geçmiş zamanlarda donmuşuz gibiyiz. Bu beni rahatlatıyor. Duvarlar, balkon demirleri, camlar ıslanıyor. Bende yine o her şeyden uzak olma ve evde korunma duygusu var. Bir tehlike falan yok elbette. Ama evimiz bana o korunma, her şeyden uzak olma duygusunu veriyor.

Buradayım. Bildiğim yerde, aşinası olduğum ruhla dolu ve bildiğim, yaşadığım zamanlarımın içindeyim. Zaman sert değil burada. Tanıdık. Ölüm de yok gibi. Hayatım gözümün önünde. Yanımda. Ben burada İstanbul'daki insan da değilim. Sert köşelerim eve girer girmez törpüleniyor kendiliğinden. Burada bir oğulum, buradayken hep oğulum. Beni saran, ısıtan, içime huzur veren hislerin biri de budur. Annem, babam üst katta uyuyor. Sabah olduğunda annem, babam, Ayşe ya da Nezahat merdivenlerden bana seslenerek beni kahvaltıya çağıracaklar.