Evlerin insanları

Sokaktaki yapaylığı o kadar kanıksamışız ki kendimizle yalnız kalmaya bile katlanamıyoruz.
Sokaktaki yapaylığı o kadar kanıksamışız ki kendimizle yalnız kalmaya bile katlanamıyoruz.

Lütfi Bergen'in deyimiyle, 20-30 katlı gökdelenler modern insanın "bekleme salonu" oldu. Bu yüzdendir ki hala homo faber olduğumuzu, instagramda #homemade ekmek fotoğrafı paylaşarak ispatlamaya çalışıyoruz.

Depresyon ve kaygı riskinin en üst seviyelerde seyrettiği karantina hâlleri, evimizde nasıl zaman geçirebildiğimiz, yaşadığımız evlerin bize insani düzeyde ne kadarına izin verdiği meselesini de gündeme getiriyor. Nitekim geçtiğimiz haftalarda bir sokağa çıkma kısıtlamasının olacağını öğrendiğimizde nasıl panik yapıp sokaklara döküldüğümüz ortada. Bu olay, sokağa olan bağımlılığımızı ve yüzyıllardır her türlü üretim faaliyetini gerçekleştirdiğimiz yuvalarımızın artık işlevini yitirdiğini mi gösteriyor acaba? Diye sormadan edemiyor insan. Sosyal medya paylaşımlarına göre ise, evlerinde kalmaya başlayan kadın-erkek herkes ekmek pişirmeye ve yoğurt mayalamaya başlamış. Özellikle ekmek pişirme ya da ekmek stoklama telaşı bir arketip hâli gibi adeta bizi başlangıç noktamıza iten bir detay gibi durmuyor mu?

İnsanları dev apartman bloklarına tıkıştıran ve insanın kolektivite ile özel, bilinçli ilişkisini imkânsızlaştıran merkeziyetçi-teknokrat despotizmi sona ermelidir.

Tüm bunlarla beraber evlerimizin ne kadar bizden olduğuna da bir bakmak isterim. Görünen o ki uzun bir süre ev dediğimiz yaşam kutularında yaşamak zorunda kalacağız. Müslüman'a ait bir mimarî ancak "Tevhid" kavramı üzerinde geliştirilmelidir diyen bilge mimar Turgut Cansever, bu çağda Müslümanların bir ev tanımı olmadığını söyler ve "İslam'da Şehir ve Mimari" adlı eserinde mimariyi yeniden İslâm'ın ruhuna uygun biçimde tanımlamamız ve bu bağlamda tasarım ve uygulama yapmayı amaçlamamız gerektiğini belirtir. Ona göre, "İnsanları dev apartman bloklarına tıkıştıran ve insanın kolektivite ile özel, bilinçli ilişkisini imkânsızlaştıran merkeziyetçi-teknokrat despotizmi sona ermelidir."

Sınıfsal hiçbir ayrım olmadan evlerin büyük ya da küçük bir bahçesinin bulunduğu, bahçesinde kileri, meyve ağaçları ve ekmek üretmek için tandırı bulunan, küçükbaş ya da büyükbaş herkesin birkaç hayvanının olduğu bir aile yapısından, kalabalık ve gürültülü sokaklara, dip dibe ve çok katlı apartmanlara geçişimizden bahsediyorum. Daha inşa edilmezden evvel, zeminin ve malzemenin bölgenin coğrafi koşullarına ve olası doğal felaketlere uygun oluşundan bahsediyorum. Bu bir "tası tarağı toplayın, köylerimize dönelim" çağrısı değil elbette. David Harvey "Şehir Hakkı" adlı makalesinde insanın kenti değiştirerek kendini de değiştirebileceğine dikkat çeker. Ona göre şehir hakkı, kaynaklara erişme serbestisinden de fazla olarak şehri değiştirerek kendimizi de değiştirme hakkıdır. Bugün hangimiz yaşadığımız kentler üzerindeki hakkımızı kullandığımızı söyleyebiliriz?

  • Kentlerimizin planlanışı doğrudan mekân kurgularımızı ve evlerimizin içini de etkiliyor. Evlerimizde kalamıyoruz. Binanın otuz ikinci katının penceresine güvercin konmuyor. İnsanı insan yapan doğa ile ilişkilerimizin her biçimine ket vurulmuş durumda.

Lütfi Bergen'in deyimiyle, 20-30 katlı gökdelenler modern insanın "bekleme salonu" oldu. Bu yüzdendir ki hala homo faber olduğumuzu, instagramda #homemade ekmek fotoğrafı paylaşarak ispatlamaya çalışıyoruz. Sokaktaki yapaylığı o kadar kanıksamışız ki kendimizle yalnız kalmaya bile katlanamıyoruz.

Bu bir "içimize dönelim, hakikat içimizde" çağrısı da değil. Hakikat zaten ortada. Hakikate talip olup yaşadığımız çevrenin insani ve dolayısıyla islami tertibini yapabilirsek, mekânın ferahlığı bizde de tesirini taze nefes olarak gösterecektir. Taze nefes dilerim herkese.